15 Ekim 2017 Pazar

Bize Yapılanlar Neydi? -3-



Soğuk Yanığı
"Bize yapılanlar neydi?" başlıklı, metaforlarla dolu, zihinlerde şimşeklerin çakacağı iki yazı kaleme almıştım. Çok olumlu dönüşler aldım. İlginize teşekkür ederim. Bu yazı aynı konunun devamı mahiyetindeki son yazı olacak. Bu yazımı davası uğruna yanıp kor alev haline gelen; dayanılamayacak hale geldik diyen; daracık mekanlarda ıssız çölde gibi yaşayan kardeşlerime ithaf ediyorum. "Yanıyoruz" demişti bana! İnan ki biz de yanıyoruz! Bizim ki ise "Soğuk Yanığı"

Olan biten herşeyi sorgulamak güzeldir. Bu sorgulama davanıza olan sadakatinizi artırıyorsa doğru yoldasınız; değilse bir kere daha kendinizi gözden geçirin. Bu dönem yeni hayatlara alışma ve kendimizi geleceğe hazırlama dönemi olmalıdır. Yeter ki cesaretlerinizi kaybetmeyin!

Neden Cesaretinizi Kaybediyorsunuz Ki?
Allah imhal eder (mühlet verir), fakat ihmal etmez! Buna rağmen beşeriz, acele ediyoruz. Kendimizi haklı gördüğümüz davamızda; işlerimiz bizim istediğimiz gibi devam edip neticelenmez. Sosyal olaylarda aynı sebebler her zaman aynı sonucu vermez. Ve laboratuvar süreçleri tamamlanmadan tahlil sonuçları netleşip değerlendirilemez. Geçmiş hadiselerle ilgili değerlendirme ve yorumlar yapabiliriz, fakat içinde bulunduğumuz hadiselerle ilgili sonuç olmadığı için yapamayız. Bedir'in ardından yaşanan Uhud hadisesi de bunun en büyük delilidir. Herkes şaşkınlık içindeydi. Hz. Ömer gibi bir dahi bile ne yapacağına karar vermekte zorlanmıştı. Biz dahi benzer durumlar içinde yaşıyoruz. Ayaklarımız sürçüp, sendelesek bile dimdik ayakta kalmayı başarabilmeliyiz. Ali imran suresinde Uhud'u anlatan ayetlerde bakınız Rabb'imiz ne buyuruyor.

إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ ۚ وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ
Eğer (Uhud’da) size bir yara dokunduysa, doğrusu (size düşman olan) o kavme de (Bedir’de) onun misli olan bir yara dokunmuştu. İşte bu günler (öyle günlerdir) ki, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe evirir çeviririz. Tâ ki Allah, gerçek îmân edenleri ortaya çıkarsın, (onları arındırsın) ve içinizden (bu uğurda can veren) şehîdler (ve yaptıklarınıza şâhidler) edinsin! Çünki Allah, zâlimleri sevmez. Ali İmran, 140

Allah azze ve celle, Bedir zaferini ima ederek müslümanlara cesaret veriyor ve: "Bedir'deki mağlubiyet nedeniyle Mekke müşrikleri cesaretlerini yitirmeyip, daha büyük bir ordu toplayıp gediler. Ey iman edenler, Uhud'da yaşadığınız bozgundan dolayı neden cesaretinizi kaybediyorsunuz?" diyor. Bedir'de müşrikler yenilmiş ve geride yetmiş ölü bırakmışlardı. Uhud'un ilk safhasında da Müslümanlar müşriklerin peşlerine düşmüş kovalıyorlardı. Öyle ki birara savaş ortasında müşriklerin bayrağı yere düşmüş, kimse de kaldırmaya yeltenememişti. Sonra bir kadın kaldırmıştı da etrafında birikip toplanmışlardı. Okçular, emre itaatteki inceliği anlamayıp ihtilâfa düşünce de üstünlük müşriklere geçti. Okçuların ayrılığa düşüp bulundukları mevzileri terketmeleri ganimet arzusundan kaynaklanıyordu. Uhud'da Müslümanlara ne oldu ise, savaşın sonunda oldu. Allah Teala'nın değişmez kanunlarından biri olan zafer ve yenilgi günlerinin nöbetleşe evirip çevirmesi tahakkuk etmişti.

Parlayan Cevherler
Bu sayede hatalar ortaya çıkıp karanlıkların aydınlandığı gibi müminler ve münafıklar da ortaya çıkar. "Allah kimlerin mümin olduklarını bilmek istiyordu. "Ruhumuzdaki cevherler zor zamanlarda ortaya çıkar. Ruhların cevheri, kalplerin tabiatı, iç dünyalardaki karmaşıklık veya saflık zor zamanlarda ortaya çıkar. Telaş, sabır, Allah'a bağlılığın,  ümitsizliğin ya da isyan etmenin derecesini ortaya çıkaran ölçü; zor şartlardır. Böyle durumlarda, hamlar ve haslar ayrılır, mümin-münafık ortaya çıkar, herkesin kendi realitesi önüne konur. İnsan ruhunun derinliklerinde bulunan bozukluklar günyüzüne çıkar. Rahat zamanlarda; bireylerde pek görülmeyen, belli olmayan, uyum eksikliği, bireysel eksiklik ve pek çok kusur zor zamanlarda belirir. Eksiklikler ancak bu sayede giderilebilir.

Allah, kimin mümin kimin münafık olduğunu bilmiyor mu? Elbette biliyor! Hatta O, kalplerin sakladıklarını bile bilir. Ancak, olaylar, zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında yer değiştirmesi şunun içindir. Gizli kalmış ve farkında olunmayan duygular böyle zamanlarda ortaya çıkar ve insanların hayatında önemli bir olgu meydana getirir. İman apaçık bir amele, nifak da apaçık davranışlara dönüşür. Hesap ve ceza zaten bundan sonra söz konusudur. Çünkü Allah kullarını, kendisinin bildiği işlerinden dolayı değil ancak kullarının ortaya koyduğu amel ve fiillerinden dolayı hesaba çeker. Zafer ve yenilgi günlerinin yer değiştirmesi, sıkıntı ve rahatlığın ard arda gelişi, yanılmaz bir mihenk ve hassas kuyumcu terazisi gibidir. Bu noktada rahat zamanlar bile zor zamanlar gibidir. Çünkü nice ham ervah vardır ki sıkıntı anında sabredip gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarına rağmen rahatlık zamanında gevşeyip kendini rahat ve rahavete salırlar. Mümin ise zorlukta sabredip, bollukta da boş vermeyen kişidir. O her iki durumda da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan iyilik ya da kötülüğün Allah'ın izniyle olduğunu çok iyi bilir.

Allah azze ve celle Uhud'da, gelecekte tüm insanlığa önderlik etmek için adım atmak üzere olan sahabe topluluğunu önce rahatlıkla sonra sıkıntı ile;  imtihan etmişti. Olağanüstü bir zaferden sonra acı ve zor günler yaşamışlardı. Benzer imtihanlar geçmişte olduğu gibi şimdi de bizim başımızdadır. Gelecekte de başkalarının başında olacaktır. Üzerimize düşen; zafer ve zor günlerin sebeplerini bilmektir. Böylece Allah'a daha çok yaklaşılıp, itaat etmeli, O'na dayanıp, himayesine girmelidir. Ayrıca, Allah Teala'nın adet-i sübhaniyesinin hususiyetlerini ve üzerimize düşen yükümlülüklerimizi bilmemiz gerekir.

Allah’ın Değişmez Kanunu
Medine sıradışı günlerden birini yaşıyordu. Uhud sonrası sıkıntılı günlerin geride bırakılıp, zihinlerin tedavi edildiği günlerden bir gündü. Herkes kendini çalışmaya ve ibadete vermiş; olumsuz hatıralarını unutmaya çalışıyor; bedenen güçlendikleri gibi zihnen de güçleniyorlardı. Rasulullah efendimiz sohbetlerinin sayısını artırmış; konuştuğu her yerde ab-ı hayat olup, imdada yetişiyordu. Mekke'nin kurt tüccarları; Medine'de bağ bahçe işlerinde çalışıyorlardı. Çapa yapıp, su taşımaktan, hurma ağaçlarına tırmanmaktan elleri nasır tutmuştu. Efendimiz bahçeleri gezip arkadaşlarına fer veriyor, çoğunun bu yeni hayata alışmaları için destek oluyordu.

İşte bu günlerde hurma hasadı yapılmış, yüzler gülüyordu. Çölden gelen bedeviler el işçiliği mahsullerini getirmiş; Şam'dan, Yemen'den gelen mahsullerle değiş tokuş ediyor; Medine pazarı birkaç senedir canlanmaya başlamıştı. Medineli çiftçilerin, belki de yüzyıllardır hurmaları gerçek değerini bulduğundan keyiflerine diyecek yoktu. Menaha'da kurulan Medine çarşısı kainatın efendisinin duası ile bir anda bereketlenmişti. Pazarın kalkması ile birlikte ortalık bir anda panayır yerine dönmüş; herkes maharetini ortaya koyuyordu. O günlere denk gelen düğünlerde Menaha'da yapılmış; neşeye neşe katılmıştı. Koşu müsabakaları, deve yarışları, güreşler, habeşlilerin halk oyunları ve daha pek çok etkinlik düzenleniyordu.

Bu müsabakaların en popüleri o gün için deve yarışları idi. Hz. Enes'in (Buhari, Rikak 38)anlattığına göre bu müsabakalarda, Efendimiz genç devesi Adba'yı da yarıştırırdı. Resûlullah’ın devesi Adba, yarışta birinciliği başkasına vermezdi; yahut yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün Medine'ye çölden gelmiş bir bedevi de devesini bu müsabakalarda yarıştırdı ve yarışta onun devesi Adba'yı geçti! Bu durum müslümanlara pek ağır geldi. Gözbebekleri gibi sevdikleri efendilerinin devesinin geçilmesine bile içerlemişler, üzülüyorlardı. Bu hali farkeden Efendimiz kulaklara küpe niteliğinde şöyle buyurdu: “Dünyada yükselen her şeyi aşağıya indirmek, Allah’ın değişmez kanunudur.”

Bu dünyada yükselen hiç bir şey her zaman yükseldiği yerde kalamaz. Vadesi dolunca irtifâ kaybetmeye başlayacak ve nihayet bir gün düşecektir. İnişli yokuşlu bu dünyada her şeyin bir ömrü olduğu, devletlerin bile bir vâdesi bulunduğu, günü gelince her şeyin yok olup gideceği anlaşılmaktadır. Resûlullah Efendimiz bu ilâhî kanunu bildiği için dünya hayatında yükseliş ve düşüşlerin vazgeçilmez olduğunu ashâbına en güzel şekilde öğretmiş, Adbâ’nın yarışı kaybetmesine üzülmemek gerektiğini onlara telkin etmiş, kendisi de devesinin yarışı kaybetmesini bir gurur meselesi yapmamıştır. Efendimiz’in diğer insanlar gibi deve yarıştırması bize garip gelebilir. İnsanlara dünya ile ilgili bir şeyler öğretmek, ancak onlarla birlikte hayatın içinde olmakla mümkündür. Yapılan bir hatayı düzeltmek, iyi bir davranışı takdir etmek, bir işi yapmanın sakıncalı olmadığını söylemek insanlarla bir arada yaşamakla mümkündür.

Uhud Taktiği
Uhud'un üzerinden yüzyıllar geçmiş; Osmanlı devleti de artık ihtişamlı günleri geride bırakmış; bir düşüş yaşıyordu. Tarih 1790'ları gösterdiğinde dünyada bir Napolyon rüzgarı  esiyordu. Napolyon kutsal toprakları fethetmek istiyordu. Kastedilen Kudüs toprakları idi. Ariş, Gazze, Hayfa ve Yafa'yı ele geçirdi. Akra'da Cezzar Ahmet paşa tarafından durduruldu. Bu düşüşün aksine Necid bölgesinde ise bir yükseliş yaşanıyordu. Muhammed b. Suud önderliğinde başlayan bu yükseliş Hicaz'ı tehdit eder hale geldi. Mekke Şerifi Galib'in kayınbiraderi Osman el Mudayıki elçi olarak gittiği Necid'de taraf değiştirmiş; karşılığında Mekke şerifliğini vaadini almıştı. 1810 yılında Necid birlikleri Şam'a saldırınca Mısır valisi Mehmet Ali Paşa bu iş için görevlendirildi. Mısır çok karışık olduğundan paşa oğlu Tosun beyi bu iş için Hicaz'a gönderdi. Tosun bey 1811 yılı Ekim ayında Yanbu limanına gemilerle yanaşıp çıkartma yaptı. Yanbu limanı Necidlilerin elinden alınınca Mekkede bayram havası esmeye başladı. Tosun bey burada diğer kabilelerle görüşmeler yapmaya başladı. Gördü ki tüm kabileler özellikle Harbi kabilesi Muhammed b. Suud'a hayranlık ve saygı duyuyordu.

Tosun bey Yanbu'dan Medine'ye doğru hareket edince yol Bedir'den geçiyordu. Burada konakladılar. Bedir, Harbi kabilesinin toprakları idi. Burada bir müfreze asker bırakarak Safra'ya yöneldi. Harbiler Safra'da dayanamayarak geri çekildiler. Cudeyde'ye doğru gidiyorlardı. Vadinin daraldığı yerde Türk askeri bir baskın yedi ve darmadağın oldular. Necid ordusu da gelmiş, Harbi'lerle beraber saldırıyordu. Tosun bey on iki bin askerini burada kaybetti ve geri çekilmek zorunda kaldı. Önce Bedir'e ardından da Yanbu'ya çekildi. Türklerin Cüdeydede yenildikleri haberi Mekke'ye tez ulaştı. Herkes Necidlilerin bu yükselen ilerleyişinin durdurulamayacağını görüyordu. Osman el Mudayıki ise Taif'i ele geçirmiş tetikte bekliyordu. Cüdeyde'deki bu galibiyet Muhammed b. Suud'un ününü artırmış, Mekke ve Medine dışında Şam'a ve Bağdat'a kadar olan kabileleri vergiye bağlamıştı.

1813 Eylül ayında M.Ali Paşa bizzat kendisi Cidde'ye geldiğinde maiyetinde iki bin piyade ve pek çok süvari askeri vardı. Sekiz bin develik mühimmat yüklü kervan ise karadan ulaştı. Bölgede artık eski huzur yeniden sağlanmıştı ama hala Necid'den gelebilecek bir tehlike sezilebiliyordu. Paşa bir kara harekatı yapmaya hazırlanıyordu. Cidde'de toplanan lojistik malzemeyi Taif'e oradan Necid'e taşımak için binlerce deve kiralandı. Şerif Galip bunlara mani olmaya çalışıyordu. Yerine yeğeni Yahya b. Sürür yeni Şerif seçildi. M. Ali paşa kendisi Mekke'de kalarak; oğlu Tosun beyi Necid'e gönderdi.  Tosun paşa iki bin asker ve otuz günlük yiyecekle Türebe kasabasına vardığında iki günlük erzakları kalmıştı. Şerif Yahya da taraf değiştirip Necidlilerin yanında saf tuttu. Tosun paşa burada ağır bir yenilgi daha aldı. 1814 yılı mayıs ayında Muhammed b. Suud hastalanarak vefat etti. Vefat ederken oğullarına şu vasiyeti etmişti: "Türklerle asla düz ovada savaşmayın!"

Uhud'dan tam 1190 yıl sonra, 7 Ocak 1815 günü M. Ali Paşa Mekke'den yirmi bin askeri ile Türebe'ye doğru yola çıktı. Yanında on iki ağır Sahra topu, beş yüz baltacı, duvarcı, lağımcı orduda hazırdı. Birleşik Necid ordusu da hazırdı. Şerif, Necid ve el Bukum arapları beş bin Develi süvari olmak üzere yirmi beş bin askerle hazırdı. İki ordu Türebe mevkii yakınlarında karşılaştı. Birleşik Necid ordusu babalarının vasiyeti üzerine tepelerden, kayalıklardan saldırıyordu. Türk ordusu dağılmaya başladı. Paşa ordusunu ikiye bölerek en güçlü kanadını bir anda geri geçti. Geri geçiliyorlar zannederek Necid ordusu tepelerden inmeye başladı. Geri çekilen asker, düşmanın ovaya indiğini görünce ric'atını durdurup geri dönüp savaşmaya başladı. Necid ordusu gafil avlanmıştı. Paşa bu taktiğe "Uhud taktiği" diyordu. Ve şöyle haykırıyordu: "Bu da Uhud'un rövanşı!" Sadece beş yüz civarında Necid askeri kalmış onlarda geri çekilmişlerdi. M. Ali Paşa Mekke'ye döndüğünde bin beş yüz asker ve üç yüz devesi kalmıştı. Giden ordunun adeta gölgesi geri dönmüştü. Uhud'un rövanşı; neredeyse bin iki yüz yıl sonra alınmıştı.

Allah Çarpar mı?
Yıllar önce Sızıntı dergisinde okumuştum. Bir devlet dairesinde amir namaz kılan dindar elemanına namaz kıldığı için olmadık baskıları yapar. Baskılarda o kadar ileri gider ki; masasında bulduğu Kuran-ı Kerim'in üzerine şarap döker ve yakar. Dindar memur bu olanlar karşısında bıyık altından gülüp; şimdi Allah sana cezanı verecek diyerek; bekler. O kadar kendinden emin, ümitle bekler. Allah şimdi çarpacak ümidi ile bekler. Fakat bu bekleyiş nafiledir. Amire hiç bir şey olmaz. Memur ise ümidini kaybeder ve demek ki bu din hak değil der ve namaz kılmayı, Kuran okumayı da bırakır. Memuriyetten atılır. Dinden diniyeden herşeyden soğur ve la-dini bir hayat yaşamaya başlar.

Aradan beş yıl geçer. Bir daha birbirlerini hiç görmezler. Memur çocuklarını İstanbul'a gezmeye götürdüğü bir günde; sahaflar çarşısından; kapalı çarşıya doğru inerken bir dilenci görür. Adeti üzere sadaka verecek gibi olur, dilencinin tavrı hoşuna gitmeyince geçip gider. Daha on on beş adım atmadan vicdanı elvermeyip geri döner. Sadakasını dilenciye vermek için döndüğünde bir de bakar ki; beş yıl önceki amiri. Bir gözü akmış, karnı kemiklerine yapışmış, günlerdir yıkanmadığı her halinde belli. İçinden şöyle geçirir: "Bu adamı resmen Allah çarpmış!" Bir anda kafa dank eder ve: "Allahım! Sen ne kadar halimsin!" der. Doğruca bir cami bulup içinde bulunduğu vaktin namazını gözyaşları içinde eda eder. Ardından da beş yıl boyunca kılmadığı tüm namazları kaza edip, hayata geri döner.

"Yükselen her şeyi aşağıya indirmek, Allah’ın değişmez kanunudur.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder