15 Ekim 2017 Pazar

Bize Yapılanlar Neydi? -3-



Soğuk Yanığı
"Bize yapılanlar neydi?" başlıklı, metaforlarla dolu, zihinlerde şimşeklerin çakacağı iki yazı kaleme almıştım. Çok olumlu dönüşler aldım. İlginize teşekkür ederim. Bu yazı aynı konunun devamı mahiyetindeki son yazı olacak. Bu yazımı davası uğruna yanıp kor alev haline gelen; dayanılamayacak hale geldik diyen; daracık mekanlarda ıssız çölde gibi yaşayan kardeşlerime ithaf ediyorum. "Yanıyoruz" demişti bana! İnan ki biz de yanıyoruz! Bizim ki ise "Soğuk Yanığı"

Olan biten herşeyi sorgulamak güzeldir. Bu sorgulama davanıza olan sadakatinizi artırıyorsa doğru yoldasınız; değilse bir kere daha kendinizi gözden geçirin. Bu dönem yeni hayatlara alışma ve kendimizi geleceğe hazırlama dönemi olmalıdır. Yeter ki cesaretlerinizi kaybetmeyin!

Neden Cesaretinizi Kaybediyorsunuz Ki?
Allah imhal eder (mühlet verir), fakat ihmal etmez! Buna rağmen beşeriz, acele ediyoruz. Kendimizi haklı gördüğümüz davamızda; işlerimiz bizim istediğimiz gibi devam edip neticelenmez. Sosyal olaylarda aynı sebebler her zaman aynı sonucu vermez. Ve laboratuvar süreçleri tamamlanmadan tahlil sonuçları netleşip değerlendirilemez. Geçmiş hadiselerle ilgili değerlendirme ve yorumlar yapabiliriz, fakat içinde bulunduğumuz hadiselerle ilgili sonuç olmadığı için yapamayız. Bedir'in ardından yaşanan Uhud hadisesi de bunun en büyük delilidir. Herkes şaşkınlık içindeydi. Hz. Ömer gibi bir dahi bile ne yapacağına karar vermekte zorlanmıştı. Biz dahi benzer durumlar içinde yaşıyoruz. Ayaklarımız sürçüp, sendelesek bile dimdik ayakta kalmayı başarabilmeliyiz. Ali imran suresinde Uhud'u anlatan ayetlerde bakınız Rabb'imiz ne buyuruyor.

إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ ۚ وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ
Eğer (Uhud’da) size bir yara dokunduysa, doğrusu (size düşman olan) o kavme de (Bedir’de) onun misli olan bir yara dokunmuştu. İşte bu günler (öyle günlerdir) ki, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe evirir çeviririz. Tâ ki Allah, gerçek îmân edenleri ortaya çıkarsın, (onları arındırsın) ve içinizden (bu uğurda can veren) şehîdler (ve yaptıklarınıza şâhidler) edinsin! Çünki Allah, zâlimleri sevmez. Ali İmran, 140

Allah azze ve celle, Bedir zaferini ima ederek müslümanlara cesaret veriyor ve: "Bedir'deki mağlubiyet nedeniyle Mekke müşrikleri cesaretlerini yitirmeyip, daha büyük bir ordu toplayıp gediler. Ey iman edenler, Uhud'da yaşadığınız bozgundan dolayı neden cesaretinizi kaybediyorsunuz?" diyor. Bedir'de müşrikler yenilmiş ve geride yetmiş ölü bırakmışlardı. Uhud'un ilk safhasında da Müslümanlar müşriklerin peşlerine düşmüş kovalıyorlardı. Öyle ki birara savaş ortasında müşriklerin bayrağı yere düşmüş, kimse de kaldırmaya yeltenememişti. Sonra bir kadın kaldırmıştı da etrafında birikip toplanmışlardı. Okçular, emre itaatteki inceliği anlamayıp ihtilâfa düşünce de üstünlük müşriklere geçti. Okçuların ayrılığa düşüp bulundukları mevzileri terketmeleri ganimet arzusundan kaynaklanıyordu. Uhud'da Müslümanlara ne oldu ise, savaşın sonunda oldu. Allah Teala'nın değişmez kanunlarından biri olan zafer ve yenilgi günlerinin nöbetleşe evirip çevirmesi tahakkuk etmişti.

Parlayan Cevherler
Bu sayede hatalar ortaya çıkıp karanlıkların aydınlandığı gibi müminler ve münafıklar da ortaya çıkar. "Allah kimlerin mümin olduklarını bilmek istiyordu. "Ruhumuzdaki cevherler zor zamanlarda ortaya çıkar. Ruhların cevheri, kalplerin tabiatı, iç dünyalardaki karmaşıklık veya saflık zor zamanlarda ortaya çıkar. Telaş, sabır, Allah'a bağlılığın,  ümitsizliğin ya da isyan etmenin derecesini ortaya çıkaran ölçü; zor şartlardır. Böyle durumlarda, hamlar ve haslar ayrılır, mümin-münafık ortaya çıkar, herkesin kendi realitesi önüne konur. İnsan ruhunun derinliklerinde bulunan bozukluklar günyüzüne çıkar. Rahat zamanlarda; bireylerde pek görülmeyen, belli olmayan, uyum eksikliği, bireysel eksiklik ve pek çok kusur zor zamanlarda belirir. Eksiklikler ancak bu sayede giderilebilir.

Allah, kimin mümin kimin münafık olduğunu bilmiyor mu? Elbette biliyor! Hatta O, kalplerin sakladıklarını bile bilir. Ancak, olaylar, zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında yer değiştirmesi şunun içindir. Gizli kalmış ve farkında olunmayan duygular böyle zamanlarda ortaya çıkar ve insanların hayatında önemli bir olgu meydana getirir. İman apaçık bir amele, nifak da apaçık davranışlara dönüşür. Hesap ve ceza zaten bundan sonra söz konusudur. Çünkü Allah kullarını, kendisinin bildiği işlerinden dolayı değil ancak kullarının ortaya koyduğu amel ve fiillerinden dolayı hesaba çeker. Zafer ve yenilgi günlerinin yer değiştirmesi, sıkıntı ve rahatlığın ard arda gelişi, yanılmaz bir mihenk ve hassas kuyumcu terazisi gibidir. Bu noktada rahat zamanlar bile zor zamanlar gibidir. Çünkü nice ham ervah vardır ki sıkıntı anında sabredip gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarına rağmen rahatlık zamanında gevşeyip kendini rahat ve rahavete salırlar. Mümin ise zorlukta sabredip, bollukta da boş vermeyen kişidir. O her iki durumda da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan iyilik ya da kötülüğün Allah'ın izniyle olduğunu çok iyi bilir.

Allah azze ve celle Uhud'da, gelecekte tüm insanlığa önderlik etmek için adım atmak üzere olan sahabe topluluğunu önce rahatlıkla sonra sıkıntı ile;  imtihan etmişti. Olağanüstü bir zaferden sonra acı ve zor günler yaşamışlardı. Benzer imtihanlar geçmişte olduğu gibi şimdi de bizim başımızdadır. Gelecekte de başkalarının başında olacaktır. Üzerimize düşen; zafer ve zor günlerin sebeplerini bilmektir. Böylece Allah'a daha çok yaklaşılıp, itaat etmeli, O'na dayanıp, himayesine girmelidir. Ayrıca, Allah Teala'nın adet-i sübhaniyesinin hususiyetlerini ve üzerimize düşen yükümlülüklerimizi bilmemiz gerekir.

Allah’ın Değişmez Kanunu
Medine sıradışı günlerden birini yaşıyordu. Uhud sonrası sıkıntılı günlerin geride bırakılıp, zihinlerin tedavi edildiği günlerden bir gündü. Herkes kendini çalışmaya ve ibadete vermiş; olumsuz hatıralarını unutmaya çalışıyor; bedenen güçlendikleri gibi zihnen de güçleniyorlardı. Rasulullah efendimiz sohbetlerinin sayısını artırmış; konuştuğu her yerde ab-ı hayat olup, imdada yetişiyordu. Mekke'nin kurt tüccarları; Medine'de bağ bahçe işlerinde çalışıyorlardı. Çapa yapıp, su taşımaktan, hurma ağaçlarına tırmanmaktan elleri nasır tutmuştu. Efendimiz bahçeleri gezip arkadaşlarına fer veriyor, çoğunun bu yeni hayata alışmaları için destek oluyordu.

İşte bu günlerde hurma hasadı yapılmış, yüzler gülüyordu. Çölden gelen bedeviler el işçiliği mahsullerini getirmiş; Şam'dan, Yemen'den gelen mahsullerle değiş tokuş ediyor; Medine pazarı birkaç senedir canlanmaya başlamıştı. Medineli çiftçilerin, belki de yüzyıllardır hurmaları gerçek değerini bulduğundan keyiflerine diyecek yoktu. Menaha'da kurulan Medine çarşısı kainatın efendisinin duası ile bir anda bereketlenmişti. Pazarın kalkması ile birlikte ortalık bir anda panayır yerine dönmüş; herkes maharetini ortaya koyuyordu. O günlere denk gelen düğünlerde Menaha'da yapılmış; neşeye neşe katılmıştı. Koşu müsabakaları, deve yarışları, güreşler, habeşlilerin halk oyunları ve daha pek çok etkinlik düzenleniyordu.

Bu müsabakaların en popüleri o gün için deve yarışları idi. Hz. Enes'in (Buhari, Rikak 38)anlattığına göre bu müsabakalarda, Efendimiz genç devesi Adba'yı da yarıştırırdı. Resûlullah’ın devesi Adba, yarışta birinciliği başkasına vermezdi; yahut yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün Medine'ye çölden gelmiş bir bedevi de devesini bu müsabakalarda yarıştırdı ve yarışta onun devesi Adba'yı geçti! Bu durum müslümanlara pek ağır geldi. Gözbebekleri gibi sevdikleri efendilerinin devesinin geçilmesine bile içerlemişler, üzülüyorlardı. Bu hali farkeden Efendimiz kulaklara küpe niteliğinde şöyle buyurdu: “Dünyada yükselen her şeyi aşağıya indirmek, Allah’ın değişmez kanunudur.”

Bu dünyada yükselen hiç bir şey her zaman yükseldiği yerde kalamaz. Vadesi dolunca irtifâ kaybetmeye başlayacak ve nihayet bir gün düşecektir. İnişli yokuşlu bu dünyada her şeyin bir ömrü olduğu, devletlerin bile bir vâdesi bulunduğu, günü gelince her şeyin yok olup gideceği anlaşılmaktadır. Resûlullah Efendimiz bu ilâhî kanunu bildiği için dünya hayatında yükseliş ve düşüşlerin vazgeçilmez olduğunu ashâbına en güzel şekilde öğretmiş, Adbâ’nın yarışı kaybetmesine üzülmemek gerektiğini onlara telkin etmiş, kendisi de devesinin yarışı kaybetmesini bir gurur meselesi yapmamıştır. Efendimiz’in diğer insanlar gibi deve yarıştırması bize garip gelebilir. İnsanlara dünya ile ilgili bir şeyler öğretmek, ancak onlarla birlikte hayatın içinde olmakla mümkündür. Yapılan bir hatayı düzeltmek, iyi bir davranışı takdir etmek, bir işi yapmanın sakıncalı olmadığını söylemek insanlarla bir arada yaşamakla mümkündür.

Uhud Taktiği
Uhud'un üzerinden yüzyıllar geçmiş; Osmanlı devleti de artık ihtişamlı günleri geride bırakmış; bir düşüş yaşıyordu. Tarih 1790'ları gösterdiğinde dünyada bir Napolyon rüzgarı  esiyordu. Napolyon kutsal toprakları fethetmek istiyordu. Kastedilen Kudüs toprakları idi. Ariş, Gazze, Hayfa ve Yafa'yı ele geçirdi. Akra'da Cezzar Ahmet paşa tarafından durduruldu. Bu düşüşün aksine Necid bölgesinde ise bir yükseliş yaşanıyordu. Muhammed b. Suud önderliğinde başlayan bu yükseliş Hicaz'ı tehdit eder hale geldi. Mekke Şerifi Galib'in kayınbiraderi Osman el Mudayıki elçi olarak gittiği Necid'de taraf değiştirmiş; karşılığında Mekke şerifliğini vaadini almıştı. 1810 yılında Necid birlikleri Şam'a saldırınca Mısır valisi Mehmet Ali Paşa bu iş için görevlendirildi. Mısır çok karışık olduğundan paşa oğlu Tosun beyi bu iş için Hicaz'a gönderdi. Tosun bey 1811 yılı Ekim ayında Yanbu limanına gemilerle yanaşıp çıkartma yaptı. Yanbu limanı Necidlilerin elinden alınınca Mekkede bayram havası esmeye başladı. Tosun bey burada diğer kabilelerle görüşmeler yapmaya başladı. Gördü ki tüm kabileler özellikle Harbi kabilesi Muhammed b. Suud'a hayranlık ve saygı duyuyordu.

Tosun bey Yanbu'dan Medine'ye doğru hareket edince yol Bedir'den geçiyordu. Burada konakladılar. Bedir, Harbi kabilesinin toprakları idi. Burada bir müfreze asker bırakarak Safra'ya yöneldi. Harbiler Safra'da dayanamayarak geri çekildiler. Cudeyde'ye doğru gidiyorlardı. Vadinin daraldığı yerde Türk askeri bir baskın yedi ve darmadağın oldular. Necid ordusu da gelmiş, Harbi'lerle beraber saldırıyordu. Tosun bey on iki bin askerini burada kaybetti ve geri çekilmek zorunda kaldı. Önce Bedir'e ardından da Yanbu'ya çekildi. Türklerin Cüdeydede yenildikleri haberi Mekke'ye tez ulaştı. Herkes Necidlilerin bu yükselen ilerleyişinin durdurulamayacağını görüyordu. Osman el Mudayıki ise Taif'i ele geçirmiş tetikte bekliyordu. Cüdeyde'deki bu galibiyet Muhammed b. Suud'un ününü artırmış, Mekke ve Medine dışında Şam'a ve Bağdat'a kadar olan kabileleri vergiye bağlamıştı.

1813 Eylül ayında M.Ali Paşa bizzat kendisi Cidde'ye geldiğinde maiyetinde iki bin piyade ve pek çok süvari askeri vardı. Sekiz bin develik mühimmat yüklü kervan ise karadan ulaştı. Bölgede artık eski huzur yeniden sağlanmıştı ama hala Necid'den gelebilecek bir tehlike sezilebiliyordu. Paşa bir kara harekatı yapmaya hazırlanıyordu. Cidde'de toplanan lojistik malzemeyi Taif'e oradan Necid'e taşımak için binlerce deve kiralandı. Şerif Galip bunlara mani olmaya çalışıyordu. Yerine yeğeni Yahya b. Sürür yeni Şerif seçildi. M. Ali paşa kendisi Mekke'de kalarak; oğlu Tosun beyi Necid'e gönderdi.  Tosun paşa iki bin asker ve otuz günlük yiyecekle Türebe kasabasına vardığında iki günlük erzakları kalmıştı. Şerif Yahya da taraf değiştirip Necidlilerin yanında saf tuttu. Tosun paşa burada ağır bir yenilgi daha aldı. 1814 yılı mayıs ayında Muhammed b. Suud hastalanarak vefat etti. Vefat ederken oğullarına şu vasiyeti etmişti: "Türklerle asla düz ovada savaşmayın!"

Uhud'dan tam 1190 yıl sonra, 7 Ocak 1815 günü M. Ali Paşa Mekke'den yirmi bin askeri ile Türebe'ye doğru yola çıktı. Yanında on iki ağır Sahra topu, beş yüz baltacı, duvarcı, lağımcı orduda hazırdı. Birleşik Necid ordusu da hazırdı. Şerif, Necid ve el Bukum arapları beş bin Develi süvari olmak üzere yirmi beş bin askerle hazırdı. İki ordu Türebe mevkii yakınlarında karşılaştı. Birleşik Necid ordusu babalarının vasiyeti üzerine tepelerden, kayalıklardan saldırıyordu. Türk ordusu dağılmaya başladı. Paşa ordusunu ikiye bölerek en güçlü kanadını bir anda geri geçti. Geri geçiliyorlar zannederek Necid ordusu tepelerden inmeye başladı. Geri çekilen asker, düşmanın ovaya indiğini görünce ric'atını durdurup geri dönüp savaşmaya başladı. Necid ordusu gafil avlanmıştı. Paşa bu taktiğe "Uhud taktiği" diyordu. Ve şöyle haykırıyordu: "Bu da Uhud'un rövanşı!" Sadece beş yüz civarında Necid askeri kalmış onlarda geri çekilmişlerdi. M. Ali Paşa Mekke'ye döndüğünde bin beş yüz asker ve üç yüz devesi kalmıştı. Giden ordunun adeta gölgesi geri dönmüştü. Uhud'un rövanşı; neredeyse bin iki yüz yıl sonra alınmıştı.

Allah Çarpar mı?
Yıllar önce Sızıntı dergisinde okumuştum. Bir devlet dairesinde amir namaz kılan dindar elemanına namaz kıldığı için olmadık baskıları yapar. Baskılarda o kadar ileri gider ki; masasında bulduğu Kuran-ı Kerim'in üzerine şarap döker ve yakar. Dindar memur bu olanlar karşısında bıyık altından gülüp; şimdi Allah sana cezanı verecek diyerek; bekler. O kadar kendinden emin, ümitle bekler. Allah şimdi çarpacak ümidi ile bekler. Fakat bu bekleyiş nafiledir. Amire hiç bir şey olmaz. Memur ise ümidini kaybeder ve demek ki bu din hak değil der ve namaz kılmayı, Kuran okumayı da bırakır. Memuriyetten atılır. Dinden diniyeden herşeyden soğur ve la-dini bir hayat yaşamaya başlar.

Aradan beş yıl geçer. Bir daha birbirlerini hiç görmezler. Memur çocuklarını İstanbul'a gezmeye götürdüğü bir günde; sahaflar çarşısından; kapalı çarşıya doğru inerken bir dilenci görür. Adeti üzere sadaka verecek gibi olur, dilencinin tavrı hoşuna gitmeyince geçip gider. Daha on on beş adım atmadan vicdanı elvermeyip geri döner. Sadakasını dilenciye vermek için döndüğünde bir de bakar ki; beş yıl önceki amiri. Bir gözü akmış, karnı kemiklerine yapışmış, günlerdir yıkanmadığı her halinde belli. İçinden şöyle geçirir: "Bu adamı resmen Allah çarpmış!" Bir anda kafa dank eder ve: "Allahım! Sen ne kadar halimsin!" der. Doğruca bir cami bulup içinde bulunduğu vaktin namazını gözyaşları içinde eda eder. Ardından da beş yıl boyunca kılmadığı tüm namazları kaza edip, hayata geri döner.

"Yükselen her şeyi aşağıya indirmek, Allah’ın değişmez kanunudur.”

2 Ekim 2017 Pazartesi

Bize Yapılanlar Neydi? -2-

Sayın Ali Bulaç'a 

Hakkınızda çıkan haberlerin hiç biri bana inandırıcı gelmiyor. Hangi şartlarda haber aldığınızı, ve neler çekip, hangi ortamda yaşadığınızı bilmeden ahkam kesiyorlar. Hakkınızda söylenenlere inanmayıp, kavuşacağımız günü sabırla bekliyorum.

Naneli Çayın Efendisine
o kadar çok özlemle doluyum ki anlatamam. Bir mektupla duygularımı belirtmek için kaç defa kalemi elime aldım anlatamam. Duygusal yoğunluktan yazamadım, yazdırılmadı. Kavuşacağımız günü sabırla bekliyorum....


Bize Yapılanlar Neydi? -2-

Mü'minler 
Rüyalar nübüvvetten sadık parçalardı. Rüyasında elini zırhının içine soktuğunu, kılıçının diş attığını ve yanında iri iri sığırların bogazlandığını görmüştü. Rüyasını paylaştı arkadaşları ile. Yorumunu da bizzat kendisi yaptı. "Zırh Medine'de kalmaya işarettir. Kılıcımın diş atması; beni koruyan kılıçlardan bazıları şehir olacak. İri sığırların boğazlanması ise kanlı bir savaş olacağına işarettir." buyurdular. Efendimiz bir şehir kuşatması ve savunma savaşı yapmaktan yanaydı. Ancak genç komutanlar ve Bedir'e katılamayanlar; düşmana şehrin dışında, açık arazide meydan savaşıyla karşılık verilmesinde ısrar ettiler. Cuma namazını kıldıktan sonra yola çıktılar. Etrafta tereddüt ve endişe hakimdi. Useyd ve Hudayr: "Siz ne yaptınız?" Diyorlardı. "O'nun sözünün üstüne söz mü söylediniz?" O ise (sav) "Bir Peygamber zırhını giydikten sonra, Allah hükmünü verene kadar asla çıkarmaz!" dedi.

Tereddüt Tereddüt
Geceyi, Medine ile Uhud Dağı arasındaki Şeyheyn'de geçirdiler. Ümmü  Seleme validemizin kendisine akşam yemeği getirdi. Bunu bir teskin ve teselli olarak anlayabiliriz. İkindi, akşam ve yatsı namazlarını burada kıldılar. Zihinlerde yaptıkları şeyin doğruluğunun tereddüdünü yaşıyorlardı. Münafıkların sessiz sedasız ayrılıp gidişleri sinelere ok gibi saplandı.  "Bu gece beni kim koruyacak?" nidasından ve üçünde de Zekvan b. Abdi Kays'ın çıkışından; zihinlerde tereddüdün devam ettiğini anlıyoruz. Gece yarısı az sayıdaki bir Yahudi grubu çıkageldi ise de, Efendimiz onların bazı gizli niyetlerinden kuşkulanarak, Müslüman karargâhına girmelerini reddetti. İslâm ordusu Benî Hâriselerin arazisinden geçerken gözü kör ve kendisi münafık olan Mirba’ b. Kayzî’nin bahçesinden geçmek zorunda idiler. Mirba’, Efendimiz'e seslenerek: “Eğer sen Allah'ın peygamberi  isen, sana benim bahçemden geçmeni helal etmiyorum!” dedi. Ardından eline bir avuç toprak alıp: “Vallahi ya Muhammed! Bu toprağı, sana isabet ettireceğimi bilseydim muhakkak senin yüzüne atardım!” dedi. Bunun üzerine ashab onu öldürmeye davranınca, efendimiz şöyle buyurdu: “Öldürmeyin onu! Onun kalbi de gözleri gibi körelmiş!"

İmsak vakti girmeden harekete geçip Uhud'da konuşlandılar. Sabah namazını burada kıldılar. Sadece yedi yüz kişiydiler. Düşman ise üç bin kişiden oluşuyor ayrıca güçlü süvari birlikleri vardı. Savaş daha başlamadan Ensar'dan iki kabile de meydandan ayrılmak istedi. Zihinlerde tereddütler devam esiyordu. Ayrılmak isteyenlerin dört yüz civarında olduğunu düşünürsek; meselenin vehametini anlarız. Korku ve dehşet had safhaya gelmişti.

‎إِذْ هَمَّتْ طَائِفَتَانِ مِنْكُمْ أَنْ تَفْشَلَا وَاللَّهُ وَلِيُّهُمَا ۗ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
"Ve hani sizden iki bölük, Allah da kendilerinin yardımcıları olduğu halde, korkarak geri çekilmeye yeltenmişlerdi.Halbuki müminlere düşen, yalnız Allah'a dayanıp güvenmeleridir." Ali İmran, 122

Taktik ve Nizam
Müslümanlar; dost, muhib ve müttefiklerin ihaneti ile yapayalnız kalmışlardı. Efendimizin uyguladığı harp taktiği çok etkili oldu. Ayneyn tepesine yerleştirdiği okçular; düşman süvari birliğini kımıldayamaz hale getirdi. Okçulara şu tembihi yapmıştı: “Kuşların cesetlerimizi didikleyip parçalamaya başladığını görseniz bile, ganimet topladığımızı görseniz bile görev yerlerinizi asla terk etmeyin!” Bu taktikle düşman süvari birliğinin yarısı, kendi piyade birliklerini koruma amacıyla onların yanında kalıp kımıldayamaz hale gelmişti. Diğer yarısı ise Müslüman hatlarına saldırmak amacıyla Uhud Dağı’nın etrafından dolaşarak uzun bir yol kat etmiş, ancak stratejik ayneyn tepesini okçular nedeniyle ele geçirememişti. Arazi şartları, Müslümanların kendilerinden dört kat daha kalabalık olan düşmana karşı koymalarına imkân verecek nitelikteydi. Harp nizamı aldıklarında efendimiz safları bizzat düzeltti ve askerlere "Beri gel! Geri git! Diyerek safların düzgün olmasına dikkat ederek herkesin aynı hizada olmasını istedi.

Toparlanmak
Savaşın ilk safhasında Müslümanların hücumuna maruz kalan düşmanın geri çekilip kaçıyordu. Okçular, o sırada Efendimizin kendilerine sıkı sıkıya yapmış olduğu tembihleri unutmuşlar, ganimet peşine düşmüşlerdi. Bu durum her şeyi tersine çevirdi: Hala tetikte beklemekte olan düşman süvari birliğinin öteki yarısı ayneyn tepesini arkadan dolaşarak hücuma geçti. Müslüman saflarının arkasına kadar sızdı. Bu süvarilere karşı kendilerini savunmak için düşmanla savaşan Müslümanlar yarım daire çizip geri döndüler. Böylece düşmanın ana gövdesi üzerinde oluşturdukları baskı zayıflayınca, bu kez kaçan müşrik ordusu toparlanıp yeniden saldırıya geçti. Müslümanlar "İki ateş” arasında kalmışlardı. Her yana kargaşa hakimdi. Ordusu öyle bir dağılmıştı ki, toparlamak çok zordu. Şöyle nida ediyordu: “Allah’ın kulları! Bana doğru geliniz! Allah’ın kulları! Bana doğru geliniz!” Bu nidaya ancak otuz kişi toplayabilmişti. Acıklı sahneler yaşanıyordu. Gelenler konsantre bir öz gibiydiler. Ve şöyle deyip yeniden biat ettiler: “Senin yanından hiç ayrılmamak üzere, yüzüm yüzünün önünde siper ve kalkandır! Vücudum senin vücuduna fedadır! Allah’ın selamı senin üzerine olsun!”

Geri kalanlar şavaşı terkedip ortadan kaybolmuşlar bazıları Medine'ye bile varmıştı. Kuran bu olayı şöyle resmediyor.
‎إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْا مِنْكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا ۖ وَلَقَدْ عَفَا اللَّهُ عَنْهُمْ
"İki ordunun karşılaştığı gün içinizden arkasına dönüp kaçanlar var ya, işte onları, işlemiş oldukları birtakım hataları sebebiyle şeytan ayaklarını kaydırmak istemişti. Allah yine de onları affetti. Ali imran, 155

Mü'min Duruşu
İkinci aşamada "Muhammed öldürüldü" yaygarası koparılıyordu. Bu dehşetli yaygarayı duyan mücâhidlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslâm Ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden harb sahasını terk ediyordu. Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallayanlar bile oluyordu. Hattâ, bu karışıklık esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabî tarafından yanlışlıkla şehid edildi.

Münafıkların fitne sokup zihin bulandırma hareketi ve dezenformasyonuna karşılık bazı sahabiler mü'mince duruş sergiliyorlardı. Enes b. Nadr:  “Ey Müslümanlar! Eğer Muhammed öldürülmüşse, Muhammed’in Rabbi de öldürülmedi ya! Muhammed’in çarpıştığı dâvâ uğrunda siz de çarpışınız! Allah’ım! Şu Müslümanların yapmış oldukları şeylerden dolayı Senden af ve özür dilerim! Bir ara Hz. Ömer ve Talha b. Ubeydullah’ı gördü. Baktı ki, ellerini savaştan çekmişlerdi. Onlara: “Sizi böyle oturtan nedir?” diye sordu. “Peygamber şehit edilmiş!” dediler. Enes b. Nadr: “Efendimiz  şehit edildiyse, hiç şüphesiz Allah Hayy’dır. O'ndan sonra siz sağ kalıp da ne yapacaksınız? Kalkın! Siz de Allah Rasülü'nün  can verdiği dava uğrunda can verin!” dedi.

Davayı Sırtlanmak
Mekke ordusu,savaş meydanına erken gelmenin avantajını kullanarak çevrede bazı tedbirler almıştı. Çevreyi çok iyi bilen Medineli Ebu Amir boş durmamış, İslam ordusunun konuşlanacağını tahmin ettiği yerlere çukurlar kazmış, kazdırmıştı. Bir ara Efendimiz'den haber alınamadı. "Yok mu beni kurtaracak" nidalarına Hz. Ali ve Talha b. Ubeydullah yetişmiş;  içine düştüğü çukurdan çıkıp Uhud Dağı’na çekilmişlerdi. Uhud dağına doğru çekilirken oturduğu yerden kalkmak istediğinde ise ayağa kalkamadı. Yaralarından dolayı dermansız kalmıştı. Sırtında iki kat zırh olduğu için kalkmaya güç yetiremedi. Dizleri kitlenmişti adeta! Ancak Taha b. Ubeydullah hiç düşünmeden sırtlandığı gibi kayalıkların üstüne çıkarttı. "Talha cenneti hak etti!" buyurdular.

Hedefteki Lider
Bir aralık Efendimiz'den kimse haber alamıyordu. Muhammed öldürüldü nidaları Müslümanları deliye çevirmişti. Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses Ka'b b. Malik'ten geldi: "İşte Resûlullah!" diyordu.
Bu sesin sahibi, Ka'b b. Mâlik'ti. Müslümanlara seslenirken, eliyle de bulunduğu yeri gösteriyordu. O gün yüzüne yetmişten fazla darbe alan efendimiz harap ve bitap bir haldeydi. Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka'b'a, eliyle, "Sus, sus!"  işareti yaptı.

Ebû Sufyân da, son bir kez savaş alanını dolaştıktan sonra dağın eteklerine yaklaşarak yüksek sesle “Muhammed (sav) hayatta mı?” diye sorduğunda Efendimiz cevap verilmemesini emretti. Ebû Sufyân tekrar “Ebû Bekir yaşıyor mu? Ömer yaşıyor mu? vs.” şeklinde sorular sorup hiçbir cevap alamayınca, sevinerek şöyle söylendi: “Tabii ki hepsi de öldüler. Hubel! Yüce Hubel!”  Efendimiz'in hayatta olduğunu ve bu konuşmayı dinlediğini anlayınca sözlerine şöyle devam etti. "Ya Muhammed (sav)! Bugün bir başka güne bedeldir. Bedir’e karşılık Uhud; oğlum Hanzala’ya karşılık Hanzala b. Ebî Âmir; eğer isterseniz gelecek yıl Bedir’de yine aynı gün benimle karşılaşmaya geliniz!” Bu iki olayda Efendimiz'in sus işareti yapması, Ebu Süfyan'a cevap verilmesini istememesi gösteriyor ki hedefe Efendimiz'in ortadan kaldırılması konmuştu.

Fazilet Nerdedir?
Allah Rasulü efendimiz ağır yaralanmış; hatta çukura düştüğünde baygınlık geçirmişti. Çift zırh giymesine rağmen İbn-i Kamia'nın kılıç darbesi ile sol omzunda, hayatınının sonuna kadar ağrısını hissedeceği bir yara almıştı. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın kardeşi Utbe'nin attığı taşla mübarek dişleri kırılmış ve miğferinin halkası mübarek yanağına saplanmıştı. Hz. Ali efendimiz yağmur birikintilerinden oluşan mihras sularından kalkanı ile su getirip yaralarını temizledi. Sudan içirmek istediler durgun su olduğu için kokusunu beğenmeyip içmediler. Yaralarını tedavi ettirdikten sonra şehitlerin cenazelerinin gömülmesine nezaret etti. O kadar yorgun ve bitap halde idi iki o gün öğle ve ikindi namazlarını da ayakta değil oturarak kıldırdı. Şehitler için mezarlar kazılıyordu. “Yâ Rasûlallah! Şehit olan her insan için kabir kazmak çok zor olacak! dendiğinde: "Kabirleri genişçe kazınız. Şehitlerden ikisini veya üçünü bir kabre yan yana koyunuz” buyurdu. “Yâ Rasûlallah! Bir kabre konulacaklardan, hangisini önce koyalım?” dediklerinde ise: “Kur’ân’ı daha çok bilenleri daha önce koyunuz” buyurdu. “Vallahi, ashabımla birlikte bende şehit olup Uhud dağının eteklerinde
gecelemeyi ne kadar isterdim!” buyurdu. Hepsine ayrı ayrı cenaze namazı kıldılar. Her cenazede Hz. Hamza için tekrar niyet edip yetmiş küsür kere namazını kıldı.

Defin işlemleri bitikten sonra atına bindi ve; “Arkamda dizilin ki, Azîz ve Celîl olan Rabbime hamdü sena ve dua edelim” buyurdu. Bunun üzerine, sahabiler, Efendimizin arkasında tek saf oldular. On dört de kadın vardı, onlar da ikinci bir saf yaptılar. Ellerini kaldırıp şöyle bir dua yaptı: “Allah’ım! Senin uzaklaştırdığını yaklaştıracak yoktur! Senin vermediğini verecek yoktur! Allah’ım! İhtiyaç gününde Senden nimet, korku gününde de Senden emniyet isterim! Allah’ım! Bize verdiğin şeyin şerrinden de, vermediğin şeyin şerrinden de Sana sığınırım! Perişanlıkla fitneye düşmeksizin bizi salih kimselere kavuştur! Allah’ım! Senin yolundan yüz çeviren ve Peygamberini inkâr eden kâfirleri öldür! Onlara musibet ve azabını ver! Allah’ım! Kendilerine Kitab verilen ve İslamı kabul etmeyen kâfirleri de kahret!"

Hasar ve Sadakat
Evine döndüğünde ise bineğinden inecek mecali bile yoktu ancak Sad b. Muaz ve Sa'd b. Ubade'nin yardımı ile inebildi. Kılıcını kızı Hz. Fâtıma’ya uzatarak: “Ey kızcağızım! Bunun kanını yıka! Bu kılıç bu gün bana sadakat gösterdi, görevini yerine getirdi." Buyurdu. Hz, Ali efendimiz de kılıcını eşine uzatıp; benim kılıcım da bana sadakat gösterdi!" deyince, "Sehl b. Huneyf ve Ebu Dücane de seninle birlikte kılıçlarının hakkını verdiler. Allah bize bir fetih verinceye kadar artık müşrikler bir daha bizi asla bunun gibi bir musibete uğratamayacaklar!" Buyurdular. Akşam namazını kıldırdıktan sonra ise odasına çekildi yatsıyı kıldırmak için odasından ancak gece yarısından sonra çıkabildi. Hazrec ve Evs kabilelerinin ileri gelenleri, bir baskın ihtimaline karşı, kapısının önünde nöbet beklediler.

O'nunla Olmak
Düşmanın geri çekilme nedenini anlamamakla birlikte, pişman olup kararlarından vazgeçerek geri dönecekleri düşüncesi ağır basınca Efendimiz onların takip edilmesi gerektiği kararını verdi. Sabah namazını kıldıktan sonra ise Münadiler şöyle sesleniyordu: "Allah Rasülü düşmanınızı takip etmenizi emrediyor! Dün Uhud'da bizimle birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyecekler! Ancak çarpışmada bulunanlar gelecekler!" Yeni bir imtihan daha yaşanıyordu. Mümin münafıkla bir defa daha ayrılacaktı. Sancağı bağlayıp Hz. Ali Efendimiz'e tevdi etti. Tam hareket edeceklerdi ki; baş münafık İbni Selül geldi. "Ben de hayvanıma binip seninle birlikte takibe çıkayım mı?" diye sorunca "Hayır!" cevabını aldı.

Efendimiz de dahil olmak üzere tamamına yakını yaralıydı. Abduleşhel oğullarından sağ kalanlardan hemen hepsi yaralı idi. Beni Selemelerden neredeyse tamamı dört yüz ağır yaralı vardı. Benî Eshel kabilesinden iki adama; Abdullah b. Sehl ve kardesi Râfi b. Sehl'e, herkes gıpta etti. İkisi de savaştan yaralı olarak  çıktılar. Efendimizin münadisini duyunca biri diğerine: “Peygamber’le birlikte bir sefere iştiraki kaçırmayalım” dedi. Binecek bir binekleri de yoktu ve ikisi de ağır yaralıydı. Ordu ile beraber yola çıktılar. Fakat Rafi'nin yarası kardeşininkinden daha ağırdı. O bîtab düştüğünde Abdullah onu sırtlayarak götürüyordu. Yorulunca da biraz yürürlerdi. Bu müslümanların vardığı noktaya Hamra'ul Esed'e varıncaya kadar böyle devam etti. Bütün bunlar onunla beraber olabilmek içindi! Hamra'ul Esed, "Kızıl Aslan"  tepeleri... Medine'ye 35 km uzaklıkta. Buraya varınca kamp kurup üç gün burada beklediler. Üç günün sonunda geri döndüler.

Kadınlar, Kadınlarımız
Bir düşman askerinin Allah  Resulünü vurup öldürdüğünü ilan etmesi karşılığında; Müslümanlar bozguna uğrayıp çeşitli yönlere doğru kaçışmaya başladılar. Ancak aralarında birkaç kadının da bulunduğu çok az sayıdaki sahabe, savaşı terk etmeyip, peygamberlerini savunmaya devam ettiler. Daha fazla bir şey yapamayacağını anlayan düşman ise savaş alanından çekilmeye başladı. Müslümanlar, aralarında Hz. Hamza’nın da bulunduğu yetmiş küsür şehit vermişlerdi. Bu savaşta kadınlar çok saygın bir durum kazandılar. Hind ve Sülafe'nin yaptıklarına karşı; tıpkı erkek gibi savaşan Ümmü Umâre'nin yaptıkları Efendimizin takdirini ve övgüsünü kazandı. Dinar kabilesinden Hind binti Amr'ın: “Madem ki sen yaşıyorsun, diğer tüm sıkıntılar aşılabilir!” demesini; Sümeyra'nın كل مصيبة بعدذلك جلل "Bundan sonra gelecek tüm musibetler sinek ısırığı gibi gelecektir" sözü hiç unutulmayacak. Halbuki Babasını, amcasını, kocasını ve kardeşini kaybetmişti. Sa'd b. Muaz'ın annesi Kebşe binti Ubeyd; oğlu Amr şehid olmasına rağmen. "Seni sağ gördüm ya! Sevinçliyim!" diyordu.

Sonuç
Efendimizin Uhud şehitleri hakkındaki müjdeleri vardı: "Uhud şehitlerinin Allah yolunda can verdiklerine kıyamet günü tanıklık edeceğim. Ve onların Allah yolunda aldıkları yaraları kan renginde, kokuları ise misk kokusunda olarak mahşer meydanına gelecekler!"

Şehitlerin kanlı elbiseleriyle sarılıp gömülmelerini de emir buyurdu.
İbn Abbas tarafından rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde de, Peygamberimiz Aleyhisselam, şöyle buyurmuşlardır: Uhud’da kardeşlerimiz şehit oldukları zaman, Yüce Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içlerine koydu. Onlar, Cennetin ırmaklarından sulanır, meyvelerinden yer, Arşın gölgesinde asılı altın kandillere gidip yuvalanır, tünerler. Onlar, böyle, yiyecek ve içeceklerinin hoşluğunu, güzelliğini görünce: "Keşke Allah’ın bize neler ikram ettiğini kardeşlerimiz bilselerdi de,cihad etmekten çekinmeseler, çarpışmaktan kaçınmasalardı!" dediler.

Bize Yapılanlar Neydi?
Evet Uhud'da o gün olup bitenlere farklı taraflarından bakmaya gayret ettik. Amacımız zihinlerde çağrışım yapıp; günümüzü okuma gayreti idi. Şeytana verilen süre devam ediyor. Türlü türlü hallerden, türlü türlü kisvelere bürünüp insanın ayaklarını kaydırmaya devam ediyor.

‎قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ
Şeytan öyle ise dedi, “Sana gelen tüm yollara oturup onları gözleyeceğim.  Senin doğru yolunun üzerinde onları azdırmak ve uzaklaştırmak için pusu kurup oturacağım.” Araf, 16

Bize kurulan pusu ve tuzaklara önce zihnen mağlub olduk. Ardından maddi tuzaklar karşımıza çıktı. Ne zaman bir mümin başına gelen bela ve musibet ile sınanıyorsa; bilin ki İmanını ortaya çıkarmak içindir. Bu süreçte bunu iliklerimize kadar yaşadık. Hadiselerin pek çok tarafı olduğunu iyi bilmeliyiz. Biz hangi taraftayız bunu bilsek yeter. Hepimiz sarsıldık. Anlam veremedik. Kazanımlarımızı, geleneklerimizi, davamızı sorguladık. Kendimizi bir refleks olarak korumaya aldık. Bunlar doğaldı, lakin iyice düşünme zamanı geldi de geçiyor artık. Okçular misali hepimiz tepelerde bulunuyorduk. Tepeleri terk mi ettik yoksa? Terk etmemizi fısıldayanlara aldanıp ganimete mi yöneldik? Hakk'a hizmet bitti diyenlere cevabımız ne olacak? Hakkı'n La yemut olduğunu haykırmayacak mıyız?

Bazılarımız maddi, bazılarımız ise manevi yara bere içinde. Kımıldayacak hali olmayanlarımız var. Yoksa bu halimizi mazeret gösterip ibadetlerden geri mi duruyoruz? Hizmet etmekten geri mi duruyoruz? Hakk'a hizmeti yaşatabilmek, hizmetin ayakta olduğunu görmek bize hangi duyguları yaşatıyor. Yukarıda yapılan tasnif bizim için ne anlam ifade ediyor. Kendimizi nerde görüyoruz? Taktiklere mağlub mu olduk yoksa? Saf nizamında önde veya arkada durup hizayı mı bozuyoruz? Mümince duruş sergileyebiliyor muyuz? Kimsenin kalmadığı yerde davayı sırtlayabiliyor muyuz?

Ne Yapmalıyız?
Davanın yöntemi ve şahıslar üzerinde hala tereddüt yaşıyorsak o zaman biz kimiz? Hasar gördük ama sadakatimizi devam ettirmeliyiz. Liderler hep hedefle olur. Efendimiz'in Ka'b b. Malik'e sus işareti yapması ne manaya geliyordu. Sesimizi çıkarmamız fayda mı veriyor zarar mı? Faziletfuruşluk değil gerçek faziletin peşinde olmalıyız. Şehitlerin hangi sıra ile defnedildiklerini unutma! Musibetlere Allah izin verdi ve gerçek müminleri ortaya çıkarmak istiyordu.

Eğer aklımızı başımıza alırsak bizi bir daha asla musibete uğratamazlar! Sahabe efendilerimizin affedildiğine dair ayetler var. Bizim hakkımızda ne var?

24 Eylül 2017 Pazar

Bize Yapılanlar Neydi? -1-

Ali Bulaç'a, Naneli Çayın Efendisine, Hak Dostuna ve Hafız'a ithafen; Bin yıl oldu sesinizi duymayalı, Bin yıl oldu, sohbetinizi tatmayalı, bin yıl...



Uhud Ah Uhud!
Yaşadığımız süreçler boyunca Türkiye müslümanlarına hep bir tuzak kurulduğuna inanmışımdır. Bu tuzaklar tarihi devirler boyunca hep var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Benzer tuzaklar peygamberlere, salih zatlara bile kurulmuşken kendimizi bunun dışında tutmamız doğru olmayacaktır. Müslüman uyanık olmalı, etrafında dönen hadiseleri okuyabilmelidir. Aksi takdirde hep yem olacak ve sadece bedeni değil zihni de esir alınacaktır. İmkanlarını kaybetmekle kalmayıp; imanını da kaybetme ile yüz yüze kalacaktır. Eğer bir tuzağa düşürülüyorsak ve buna Rabb'imiz izin veriyorsa bunun mutlaka bir sebebi vardır. Tuzak kuranların tuzaklarına izin vermesinin de bir sebebi vardır. Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

‎اسْتِكْبَارًا فِي الْأَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِ ۚ وَلَا يَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلَّا بِأَهْلِهِ ۚ فَهَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا سُنَّتَ الْأَوَّلِينَ ۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَبْدِيلًا ۖ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَحْوِيلًا
"Dünyada sırf böbürlenip büyüklük taslamak ve bir de kötü bir tuzak kurmak isterler. Halbuki kötü tuzak, sadece hazırlayanın ayağına dolanır, sadece onu perişan eder. Onlar daha öncekilerin uğradıkları fecî âkıbetten başka bir şey mi bekliyorlar?Sen Allah'ın nizamında hiçbir tebdil, hiçbir değişiklik bulamazsın!" Fatır, 43

Efendimiz'in hayatını incelediğimizde de pek çok defa kendisine tuzaklar kurulduğuna şahit oluyoruz. Bu tuzakların en büyüğü Uhud'da kurulmuştu. Uhud deyince zihinlere okçular tepesi, Hz. Hamza'nın ve Mus'ab b. Umeyr'in şehadetleri ve gönlümüzü okşayıp, gözümüzü yaşartan bir kaç hadisenin dışında başka bir şey gelmiyor. Şimdi Uhud'u beraberce mütalaa etmeye çalışalım.

Uhud'da Ne Oldu?
Bedir Savaşı üzerinden henüz onüç ay geçmişti. Mekkeliler kuzeye giden ticaret yolunu kaybetmişlerdi. Necid'den giden meşakkatli yolu kullanıyorlar lakin ticaretleri kesattı. Ayrıca Müslümanlar içlerinde İmanı henüz oturmamış, münafıkların olduğunun farkında değillerdi.

‎وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ
"(Uhud'da) İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musîbete Allah izin vermişti. Bu müminlerin  ortaya çıkması içindi." Ali İmran, 166

Müşrikler
Müşriklerin bir ordu kurup Uhud'a gelmelerinin bir kaç sebebi vardı. Öncelikle Bedir'in intikamını almak istiyorlardı. Bedir'den sonra düzgün giden ticaretleri iyice kesada uğramıştı. Şam'a giden ticaret yolunu Müslümanlara kaptırmışlardı. Buna yahudi ve münafıkların kışkırtması da eklenince savaş kaçınılmaz olmuştu. Bedir'de Ebu Süfyanın kurtardığı, Müslümanlara ait mallar henüz paylaşılmamıştı. Bu mallarla çoğu paralı askerlerden ve müttefiklerden oluşan üç bin kişilik bir ordu hazırladılar. En büyük handikapları bu paralı askerlerdi. Bu yüzden savaş sonucunda üstünlüğün onlarda olmalarına rağmen vurucu darbe vuramamışlar, apar topar geri dönmüşlerdir. Geri dönüş yolunda bir ara geri dönmeyi düşünseler de buna cesaret edememişlerdir. Mekkeye vardıklarında sonucu merak edenlere Ebu Süfyan galibiz dese de kimseyi inandıramamıştır. "Zira galipsek; nerde esirler, nerde ganimetler?" Sorularının cevabını bir türlü verememiştir.

Apar topar geri dönmelerini bir kaç şekilde izah edebiliriz. Paralı askerlerden oluşan ordu, madden bellerini büküyor, her gün yeni ödeme yapmaları gerekiyordu. Ayrıca savaşı galipken bitirip; yeni bir maceraya girmek istememişlerdi. Zira savaşın ilk anlarında bozguna uğrayan paralı askerlere güvenememişlerdi. Kurdukları plan işe yaramış Halid'in arkadan dolanıp Müslümanları iki Ateş arasında bırakması netice vermişti. Müslümanlar yetmiş şehid vermiş ve ordu tamamen dağılmış; Efendimiz'in etrafında kalanları saydığımızda;  on dört kişi sayabiliyoruz. Mağlub olmuş gibi geri çekilmeleri, yani ricat hareketi önemli bir savaş takdiğidir. Bu taktiği uygulamakta başarılı olmuşlardır. Bir de harp meydanına önce onlar gelmelerine rağmen konuşlandıkları yer hep ilgimizi çekmiştir. Mesela, neden Müslümanlar gibi sırtlarını dağa vermediklerini anlamış değiliz? Alel acele geri dönüşlerinden şunu anlıyoruz ki; endişeliydiler. Ebu Süfyan'ın dağın eteğine gelip: “Muhammed (sav) hayatta mı? Ebû Bekir yaşıyor mu? Ömer yaşıyor mu?” demesi boştan yere değildi. Efendimiz ve etrafındaki lider kadronun öldürülmesi planlanmış, bunu kontrol ediyordu.

Uhud'a geldiklerinde aralarında kadınlarda vardı. Hind, "Sen ey Vahşi! Sinemdeki yangını söndürdün. Yaşadığım sürece sana minnettar kalacağım, mezarda da kemiklerim çürüyene kadar sana minnettar kalacaktır." Diyordu. Uhud ticaretlerini canlandırmaya bir nebze de olsa yetti. Çöl kabileleri kışkırtıp Medine'ye saldırttılarsa da netice alamadılar. Medine'den çıkarılan Beni Nadir yahudilerinin kışkırtması ile çölün daha önce görmediği büyüklükte bir ordu hazırlayıp bir kere daha Medine'ye baskına geldiler. Bunda da karşılarında hendeği görünce şaşırıp kaldılar. Bir aya yakın şehri muhasara etseler de netice alamayıp geri dönmek zorunda kaldılar. Kurdukları bu büyük ordunun maliyeti çok ağır gelmişti onlara. Bu onların son gelişleri oldu, bir daha hiç gelemediler.

Mekke ordusunun geri dönüş yoluna girdiği sıralarda Medine boş ve savunmasız bir halde idi. Medine’yi yağmalamayı akıllarına bile getirmeden doğruca Mekke’ye doğru yola koyuldular. Bilemiyoruz acaba bu durum sıradan bir muhakeme hatası ve yanlış bir karar mı idi? İlk anda ki mağlubiyet görüntüsünün gevşekliği mi idi? Paralı askerlerin içine düştüğü acziyet mi idi? Bilmiyoruz! Efendimiz düşmanın hareketleri hakkında bilgi almak için gözcüler çıkardı ve develerine binip atlarını da yedeklerine alarak geri çekildikleri haberini alınca şöyle buyurdular: “Uzun bir yolculuğa çıkacak gibi görünüyorlar. Eğer Medine’ye hücum etmek isteselerdi atlarına binerlerdi.” Gerçekten düşmanın geri çekilmesine anlam vermek zordu. Galibiyeti taçlandıracakken, bunu yapmayıp apar topar geri dönüyorlardı.

Yahudiler
Hicretten sonra Medine’de yahudilerle Müslümanlar arasında imzalanan "Medine Sözleşmesi" herkesin malumudur. Buna göre her iki toplumda savaş olursa birbirlerinin müttefiki olacaklardı. Uhud öncesi Medine’de Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkiler gergin bir haldeydi. Beni Kaynuka ile yaşanan olay tazeliğini hala koruyordu. Bedir savaşı ile Mekke'den kızıl denize paralel giden sahil yolu Müslümanların kontrolüne geçince Cuhfe'de bulunan yahudi ticaret kolonisi de eski önemini yitirmişti. Bir Yahudi heyeti Mekke müşriklerini intikam savaşına tahrik etmek amacıyla Mekke’deydi. Efendimiz sefere çıkılacağı haberini yahudi kabilelere de göndermiş fakat onlar icabet etmemişlerdi. Mazeretleri hemen hazırdı. "O sözleşme bir cumartesi günü imzalandı. Dolayısı ile geçersizdir." Malum Uhud savaşı bir cumartesi gerçekleşmiştir. Bunun için de "Bizim ibadet günümüzdür." Dediler. Ordu Şeyheyn' den çıkarken altı yüz kişilik bir yahudi grup yardıma gelmiş lakin efendimiz geri çevirmişti. Bu geliş şüpheli bir gelişti. Yahudi Muhayrik İman edip savaşa katılmış ve Uhud şehitleri arasında yerini almıştır.

Münafıkların Derin Devleti
Mekke'ye giden yahudi heyetin içinde Ebu Amir isimli münafık da vardı. Ebu Amir "Gasailü'l Melaike" olarak bilinen Hanzala b. Ebu Amir'in babasıydı. Ebu Âmir b. Sayfî, Efendimiz Medine’ye hicret ettiği zaman, Küba'da yaşayan Evs kabilesinin Beni Dubay kolundandı. Ebû Âmir, Medine anlaşmasına imza koyanlardan birisiydi. Cahiliye devrinde ruhbanlığa, din adamlığına özenir, farklı ve özel kıyafetler giyerdi. Medine'nin baş münafıklarından Abdullah b. Übeyy b. Selûl de, bu Ebu Âmir’in halasının oğlu idi. Medine yahudilerinin bir Peygamber beklediklerini biliyordu. Beklenen Peygamber'in kendisi olduğunu işmam edip duruyordu. Efendimiz'in Peygamberliğini duyunca Ebu Âmir’in kıskançlığı ve azgınlığı tuttu. Abdullah b. Übey'in kendine Şam'da yaptırdığı krallık tacını da hatırlayacak olursak; Ebu Amir'le ikisinin düşmanlıkları iyice artmış oldu. Efendimiz Medine’ye hicret edip gelince, Ebu Âmir'in rahatsızlığı had safhaya ulaştı ve elli kadar adamıyla beraber Mekke’ye gidip yerleşti. Bedir'de müşriklerle beraber olup Müslümanlara karşı savaştılar. Bu tutum ve davranışlarından dolayı Efendimiz ona “Fâsık” diyordu. Ebu Âmir müşrikleri Uhud savaşına kışkırtan kişidir. Müşriklere: “Ben, kavmimin yanına varacak olursam, onlardan iki kişi bile bana aykırı davranmaz. İşte kavmimden şu yanımda bulunan kişiler söylesinler!” diyordu. Mekke ordusu yola çıktığında Medineli münafıklarla çoktan irtibat kurulmuş; planlar yapılmış ve Müslümanlara büyük bir tuzak kurulmuştu. Tuzak Müslümanları Medinenin dışına çıkartmaktı.

Uhud Günü Mekkelilere refakat etmiş, hatta İslâm karargahısın arkasına açtığı/açtırdığı çukurların üzerlerini bizzat kendisi kamufle etmişti. Savaş başlamadan önce Müslüman saflarının önüne kadar gelerek, akrabalarına seslenerek; Efendimizi terk edip yalnız başına bırakmaları çağrısında bulunmuştu. "Ben Ebu Amir'im!" Diye bağırıyordu. Savaşı ilk başlatanın da o olduğu söyleniyor. Uhud'da "Muhammed (sav) öldü" yaygarasını çıkartan ise yine bu fasıktır. Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl, görünüşte Müslüman olduğu izlenimi vererek kendini gizlemeyi tercih ederken; Ebu Amir kendini hiç gizlememiş, açıktan düşmanlık etmiş; münafıkları gizliden yönetmiştir. Hemen hemen her olayda parmağı olduğuna şahit oluyoruz.

Hendekten önce Kabe duvarına yapışıp yemin edenler arasında görüyoruz Ebu Amir’i. Huneyn'de, Evtas savaşında, Taif kuşatmasında ve Tebuk seferinde yine Ebu Amir ismi dikkat çekiyor. Mekke fethedilince Ebu Âmir Taif’e, Taifliler Müslüman olunca da Şam’a kaçtı. Orada, Hristiyanlığı kabul etti. Sonunda tüm ümidini yitirince bir daha Bizans topraklarından ayrılmadı. Efendimiz Bizans’a karşı Tebuk Seferi’ne çıkınca, Ebû Amir talihin nihayet kendisine güldüğünü sanıp, Medine’deki diğer münafıklara; Bizans ordusuna Medine’yi istila ettireceği güvencesini verdi. Medine’ye rahat girip çıkabilmek ve derin devleti ile görüşebilmek için münafıklara, Kuba mescidi yakınlarında bir mescit inşa ettirip, münafık yandaşlarını burada toplayıp görüşüyorlardı. (Dırar Mescidi) Efendimiz onun maksat ve niyetinden kuşkulanarak, bu münafıklık merkezinin yıkılıp ateşe verilmesini emretmiştir. Bu olaydan iki yıl sonra Ebu Amir, Bizans İmparatoru Herakliyus’un yanında ölüp gitmiştir.

Ebu Âmir şavaştan sonra oğlu Hanzala'nın cesedinin başına gelip  Hanzale’nin göğsünü ayağıyla teperek, “Sen bu dine girmekle felâkete uğradın. Ey şeref kirletici oğul! Eğer sen evlatlık vazifesini yapmış, babanın sözünü dinlemiş olsaydın, hiç şüphesiz, Allah seni yaşatır, öldürmezdi. Ben seni bu adama karşı uyarmadım mı? Fa­kat sen babana karşı saygılı, soylu karakterli bir çocuktun. öldüğün zaman da arkadaşlarınla beraber öldün. Eğer Allah, şu yatan adama -Hz. Hamza'yı işaret ediyordu- veya Muhammed (s.a.v.)'in taraftarlarına bir mükâfat verirse, seni de mükâfatlandırsın!” Ebu Süfyan o kim ki? deyince: “Bu, bence, buradakilerin en şerefli olanıdır. Bu, Ebu Âmir’in oğlu Hanzala’dır” dedi. Oğlum diyemedi!

Abdullah b. Ubey b. Selül
İbni Selül'ü, geri dönen üç yüz münafığın başı olarak biliyoruz. Fakat zihinlerimiz bizi yanıltıp sanki savaşta etkisi yokmuş gibi düşünüyoruz. Halbuki öyle değil. Onun Mekke ile irtibatı hiç kesilmedi. Bedir'e Ebu Cehil'i cesaretlendirenin o olduğunu biliyoruz. Mekke’ye sürekli bilgi aktarıyordu. Ayrıca yahudilerlerle sürekli irtibatta; dayı oğlu Ebu Amir'in işbirlikçisiydi. Efendimiz'in ilk istişaresi sırasında o da mescitte idi. Yapılan istişarede fikir ayrılığını körüklemiştir. Medine'de kalıp bir şehir savunması yapılması konusunda reyde bulunmuştu. Bunu kasıtlı olarak yaptığını ve Müslümanları meydana çıkartmayı planladıklarını düşünüyoruz. Eğer aksi olsa idi, münafıklar daha Medine’den ayrılır hiç yola çıkmazlardı. Şeyheyne kadar gelmeleri bu planın bir parçası idi.

Şeyheyn'de yatsı namazları kılınmış, herkes istirahata çekilip yarına hazır olmak istiyordu. İbni Selül, Efendimiz'e sesini duyuracak şekilde:  -kendisini muhatap almadan- "Ben de senin gibi düşünüyordum. Sen beni dinlemeyip çoluk çocuğu dinledin!" diyordu. Hal ve tavırlarında istihza vardı. Biz gidiyoruz bile demeden sessizce ayrılıp Müslümanların zihninde olan endişeyi iyice körüklediler. Aynı saatlerde yahudilerin yardıma geldiklerine de şahit oluyoruz. Bu geliş hayra bir geliş değil; bilakis meydanda bırakma ve istihbarat amaçlı bir delme operasyonu idi.

Abdullah b. Ubey b. Selül her cuma efendimiz hutbeden inince ayağa kalkar ve: "Ey insanlar! Bu insana itaat ediniz!" derdi. Uhud'un hemen sonraki ilk cuma günüydü. Yine aynı şeyi yapmaya kalkınca; camide bir hareketlenme oldu. Bir sahabi elbisesinin eteklerinden tutarak: "Otur! Otur! Allah'ın düşmanı! Sen buraya layık değilsin! Senin ne yaptığını herkes biliyor!" dedi. Hz. Halid b. Zeyd, Ubade b. Samit gibi sahabiler sakalından tutup onu dışarı attı. Mescide de bir daha gelmedi. Ne oldu diyenlere ise: "Beni Sehl ve Süheyl'in hurma kuruttukları yerden çıkarttılar!" deyip "Mescid" dememeyi tercih etti.

Diğer Münafıklar
Bir diğer yanılgımız ise; kalan yedi yüzün içinde hiç münafık olmadığı yönünde! Hayır tam aksine kalan yedi yüz kişinin içinde de münafıklar vardı. Bunu nerden anlıyoruz? İslam karargahının ardına kuyular kazılmasından, İslâm şehitlerinin bazılarının arkadan öldürülmesinden ve diğer bazı olaylardan anlıyoruz. İbni Kamia'nın Efendimizi ve Mus'ab'ı iyi tanımasına rağmen; sırf O'na benziyor diyerek Mus'ab'ı şehit etmesi ve  "Muhammed'i (sav) öldürdüm demesi; kirli bir dezenformasyon ve propoganda idi. Ya efendimizi bizzat öldürmeye veya öldürüldüğü şayiasını yaymaya yönelik bir plandı bu! Bu an savaşın kırılma anlarından ikincisidir. İlki ise okçuların yerini terketmesidir, zira okçuların arasında da münafıklar vardı!

Kimsenin kimse ile düzgün irtibat kuramadığı hengamede; Müslümanlar arasında bulunan münafıklar, “Muhammed, öldürüldü!” diyerek yaygaraya başladılar. Onlardan, “Keşke Abdullah b. Übeyy’e gidecek bir adamımız olsa da, o bize Ebu Süfyan’dan bir eman alıverse!” diyenler çıktı ortaya. Bakar mısınız? Bozacının şahidi şıracıya! Zihinlere nasıl ipotek konuyor zor zamanlarda. Bakar mısınız şu hadiselere. Münafıklardan  “Ey Müslümanlar! Muhammed öldürüldü artık! Ebu Süfyan gelip sizi öldürmeden önce, kavminizin yanına (Medine’ye) dönün!” diyenler çıktı ortaya. Hatta, müşriklerle savaşan mücahidleri birer birer dolaşarak onları savaşmaktan vazgeçirmeye çalışanlar da vardı. Referans gösterilen iki kişinin liderler olması, iş birliğini de ortaya koyuyor.

Şeytan o gün kılıktan kılığa giriyordu. Malik b. Duhşum suretinde; on üç yerinden yaralanmış Hârice b. Zeyd’in yanına varıp: “Muhammed’in öldürüldüğünü bilmiyor musun?” demişti. Hârice b. Zeyd'in cevabı müthişti: “Muhammed öldürülmüşse, hiç şüphesiz, Allah, Hayy ve Lâyemût’tur, ölümsüzdür! Muhammed, Rabbinin elçilik vazifesini yerine getirmiştir. Yapılması gereken tebliğleri yapmıştır. Senin dininin uğrunda da çarpışmıştır!” Malik b. Duhşum bu defa Sa’d b. Rebi’in yanına vardı. O da, oni ki yerinden yaralıydı. Ona da: “Muhammed’in öldürüldüğünü biliyormusun?” dedi. Sa’d b. Rebi’: “Ben Muhammed’in; Rabbi tarafından verilen Peygamberlik ve tebliğ vazifesini yerine getirdiğine ve senin dinin uğrunda da çarpıştığına şehadet ederim. Şayet Muhammed (sav) öldürülmüşse, hiç şüphesiz, Allah Hayy ve Lâ yemût’tur, ölümsüzdür” dedi. Mâlik b. Duhşum: “Resûlullahın öldürüldüğü muhakkaktır. Artık sizler de, daha önce dönenler gibi, kavminizin yanına dönün! Şimdi onlar evlerine sağ salim girmiş bulunuyorlar” dedi. Müslümanları yarı yolda bırakan Münafıkları kasdediyordu. Kuran bu olayı şöyle tesbit ediyor.

‎وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ ۚ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَىٰ أَعْقَابِكُمْ ۚ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَىٰ عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا
 "Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez." Ali İmran, 144

Ayneyn adı verilen tepenin üstündeki okçuların içinde de münafıklar vardı, demiştik ya! İşte o gün şeytan Cuâl İbn Sürâka şeklinde aynenyde temessül eden şeytan, ardı ardına tepeden aşağıya şöyle sesleniyordu: "Muhammed öldürüldü!" Mü’minleri can damarından vuruyordu bu ses. Bir müşriğin "öldürdüm" demesini, münafıklar "öldürüldü" olarak her yere yayıyor, kol kanat kırıyorlardı. Planın önemli parçasıydı bu dezenformasyon.

devam edecek....

7 Şubat 2017 Salı

Bir Hızır Yazısı -1-

Olayların Bütün Yönlerini Kavramak


Bilgi Kirliliği
Etrafta bir bilgi kirliliği yaşanıyor. Olayları ve insanları bütün yönleri ile kavrayıp öğrenmekte ve tanımakta zorluk çekiyoruz. Nurlu insanlar terörist damgası ile cezaevlerine konurken; terörist tipli, ahlak yoksunları hayatın her alanında arz-ı endam ediyorlar. Dış görünüşler aldatıyor bizi. Yan masada oturan takım elbiseliler; güven vermiyor. Çocuğumuzu emanet ettiğimiz öğretmen; öğretmenin dışında herşeyi konuşuyor, öğretmeye sıra bir türlü gelmiyor.

Arkasında namaz kıldığımız imam efendi, ya bir kameraya poz verir edada ya tv dizisi repliği ile kendinden geçiyor. Müdavimi olduğum cami duvarında "dilenciye para vermeyin" afişi önünde dilenci hiç eksik olmuyor. Aileler tanınmaz halde. Bir aile büyüğü arayıp "daha akıllanmadınız mı?" edasında: "değişiklik var mı?" diyor. Selamı sabahı kesenlerin dışında kalan bir kaç ilişki de ise beyin ölümü gerçekleşmiş, can çekişiyor. Whatsup gruplarından "Fırka-i Dalle" mesajları yağıyor, iftira ve gıybet haberleri kulaktan kulağa oyunu gibi; sonu başını tutmuyordu.

İnsanların kanaat ve fikirlerinin, fululaşıp matlaştığı; şu günlerde eşya ve hadiselerin gerçek yüzünü gösterecek bir Hızır bekliyor, insanlık...

Rahmetli dedem, çocukluğumdan beri hep anlatırdı: "Her geleni Hızır bilin! Evladım" derdi. Bu darlık, sıkışmışlık içinde her gelenin Hızır bilinmesi gereken günler yaşıyoruz.

Her Geleni Hızır Bil!
Uzun yaz günlerinin sıcaklığı; ikindiden sonra Kazmacı Beli'nden aşınca azalıyordu. Evin önüne yastık minder atar, oturduğum sekinin taşlarını sular, serinlerdim. Bu sekide içilen çayların ve edilen muhabbetin zevkine doyum olmazdı. Çevremizde hayır sever bilinir; derdi olana derman olmaya çalışırdım. Köy işlerine koşar, misafir ağırlar, yemek yedirir, bildiğimiz tüm hayırları yapardım. Evim yol üstü olduğundan gelen geçen selam verir, uğrayanımız çok olurdu.

Neye canım sıkkındı bilmiyorum; yine böyle bir ikindi sonrası otururken ev önünde; aksiliğim tutuverdi. Moral filan yok bende, önüme gelenle tartışıyorum, kim ne dese kabul etmiyorum. Gelen geçen olunca da susuyorum ki kimse bu halimi bilmesin. Elli yıldır otururum aynı yerde. Atlı dilencileri ve çerçileri, kağnı ve at arabalarını, traktörleri, kamyonları şimdilerde ise hususi araçları, çok görmek nasib oldu oturduğum yerden.

Böyle bir yaz akşamında bembeyaz bir atın üzerinde, bembeyaz elbiseler içinde, piri fani, üzerinde yolculuk alameti olmayan  bir adam çıkageldi. Atından inip, selam verip yanıma kadar geldi. Yoldan geldiğini, yorgun olduğunu ve karnı aç olduğunu söyledi. O an tek başıma oturuyordum. Böyle herkesin gelip ihtiyacı için bana başvurması nedense birden beni rahatsız etti. Yahu arkadaş burada benden başka müslüman mı yok ki herkes bana geliyor, diyerek: "yok efendi Allah versin" deyiverdim. Adamı dilenci zannetmiş, onun için böyle davranmıştım. Adam ise benim bu tavrıma pek aldırmadan, "Peki" deyip oturacak gibi olduğu minderden hızla kalktı ve atını yedeğine alarak, yürüdü ve uzaklaştı. Yirmi yirmibeş metre sonra köşeyi dönüp gözden uzaklaştı.

Eyvah! dedim. "Ben ne yaptım, neden misafiri geri çevirdim" diyerek hayıflandım. Çocukları seferber ettim: "gidin şu yabancıyı bulun" diyerek. Ama nafile, birkaç koldan gittiği yönü altına üstüne getirdik, bulamadık o adamı. Adamın her halinden belli idi, normal değildi. Yolcuya da benzemiyordu. Hızır mıydı, melek miydi, evliya mıydı? Anlayamadık bir türlü. Ayağıma kadar gelen fırsatı elimle tepmiştim. Pişmandım...

Rahmetli dedem, çocukluğumdan beri bu hikayeyi hep anlatırdı.

Hızır Kimdir?
Öteden beri Hz. Musa ile Hz. Hızır hikayesi hep ilgimizi çeker. Hızır O'nun adı değil sıfatıdır. Asıl adının "Belya" olduğu, geçtiği yerler, oturduğu yerler yeşillendiği için kendine Hızır dendiğini Efendimiz bildiriyor. Üstad, "Hayat mertebelerinden ikinci mertebede yaşadığını" söylüyor. Hz. Nuh, tufandan önce: "Kim Serendip adasına varır? Orada bulunan Adem ile Havva'nın cesetlerini gemiye getirirse ben de O'na dua edeyim, ömrü uzun olsun" deyince tek başına ayağa kalkıp, "ben" diyen kişi Hızır'dır.

Veya Zülkarneyn ordularının önünde; düşmanla tek başına savaşan, gittiği her yere bereket götüren kişi idi. Onun bu bereketi; kimsenin ortaya çıkmaya cesaret edemediği zamanlarda ortaya çıktığından kendisine verilmiştir. En onulmadık zamanlarda darda kalanların imdadına yetişip, etrafını cennet bahçelerine çevirir. Hızır'ın Hz. İbrahim devrinde yaşadığı da söylenmektedir. Hz. Musa ile Hızır'ın seyahati Kehf suresinde isim verilmeden bahsedilmektedir. Kehf suresinde bahsedilen bu zatın Hızır olduğunu hadis-i şeriflerden anlıyoruz.

Hızır, Hz. Musa'ya şöyle demişti: "Ey Musa! Ben Allah'ın bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilemezsin. Sen de Allah'ın sana öğrettiği bir ilim üzeresin ki ben de onu bilemem" Buhari, 18/2. "Hz. Musa, sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim? Beni talebeliğe kabul eder misin?" dedi. Hızır ise: "Sen benimle arkadaşlığa sabredemezsin! Bütün yönleri ile kavrayamadığın meseleler karşısında, kendini nasıl tutabilirsin ki?" diyordu. Biz dahi öyle değil miyiz? Hiçbir şeyi bütün yönleri ile kavrayamıyoruz. Kavrayamadığımız şeyler karşısında ise sabredemiyoruz. Sabredemeyince ise bazen hayat çekilmez gibi oluyor.

Hızır tembih etti: "Asla, hangi konuda olursa olsun, ben onun hakkında sana açıklama yapmadıkça bana soru sormayacaksın" dedi. Tamam dedi Hz. Musa. Çünkü içinde bilmediği şeyleri öğrenme isteği vardı. "Ben sabredip, senin hiçbir işine burnumu sokup karşı çıkmayacağım" diyerek söz verdi. Bu söz çok zor bir sözdü. Nasıl olacaktı ki soru sormadan ilim öğrenme? Hz. Musa'nın bahsedilen ilmi şeriat ilmi idi. Sorulmadan öğrenilmezdi. Dış görünüşe göre amel etmekti. Hızır'ın ilmi ise "Ledün" ilmi yani Allah katından verilen; şeri ilimden ayrı bir ilim idi. Bakalım nasıl bir ilimmiş. Gerçi Hızır bu ilmin tarifini: "Bütün yönleri ile kavrayamadığın meseleler karşısında kendini tutmak, işlerin iç yüzünü bilmek" şeklinde kendisi yapıyordu.

Sırrına Eremediklerimiz
Nihayet yola çıktılar. Bir limana geldiklerinde, kendilerini, gemiye alsınlar diye gemicilerle konuştular. Gemiciler onları gemiye almaya yanaşmadılar. Geminin kaptanı, Hz. Hızır'ı tanıyıp "Allah'ın, Salih kulu!" deyip, onları gemilerine hem de ücretsiz aldı. Seyahat ediyorlarken, Hızır geminin tahtalarından bazı söküp, gemiyi delmeye başladı. Hz. Musa: "Şu adamlar, bizi, gemilerine, hem de ücretsiz bindirmişlerken, sen, onların gemilerine kastedip içindekilerle beraber, bizi de batırmak için mi, gemiyi deliyorsun? Doğrusu, sen, çok büyük bir suç işliyorsun!?" dedi. Gerçekten şaşılacak şeydi bu. İyiliğe karşı kötülük gibi görünüyordu.

Hz. Musa anlaşmayı bozmuşa benziyordu. Kavrayamadığı şeyler olmuş, dayanamamıştı. Bize de olur bazen. Hızır: "Ben, sana, benimle arkadaşlık yapmağa dayanamazsın?" dememiş miydim?" dedi. Hz. Musa ise: "Şu unuttuğum şeyden dolayı, beni, sorumlu tutma ve bana, güçlük gösterme?" dedi. Gerçekten de, Hz. Musa'nın ona karşı, bu ilk davranışı, bir dalgınlık ve unutkanlık eseri idi.

Gemiden inip yolculuğa devam ettiler. Deniz sahilinde yürüyüp gittikleri sırada, bir de baktılar ki, bir erkek çocuk, başka çocuklar ile birlikte oynuyor. Hızır, hemen çocuğun yanına varıp çocuğu öldürdü!
Hz. Musa kendi yanında çocuğun durduk yere öldürülmesinden son derece bir korku ve dehşet duydu. Hızır'a: "Sen, günahsız, masum bir canı, hiç bir can karşılığında olmaksızın öldürdün hâ!?" dedi. Hızır:
"Ben, sana benimle arkadaşlık yapmağa dayanamazsın! demedim miydi? Bu, birincisinden de, ağırdır!" dedi. Çünkü zahire göre suçsuz birinin canı alınmıştı. Hz. Musa: "Eğer, bundan sonra, sana, bir şey sorarsam,benimle arkadaşlık yapma! Arkadaşlık yapmamakta haklısın, artık özür dileyemeyecek hale geldim" dedi.

Hızır anlaşmayı bozmayıp O'nu mazur gördü ve tekrar yola devam ettiler. Nihayet, bir şehre vardılar. Musa Aleyhisselâm, çok acıkmıştı. Şehirde pek çok kapıyı çalıp yemek istediler. Ahali, bunları bir türlü kabul etmiyor, yiyecek bir şey vermiyor, misafir etmekten kaçınıyorlardı. Şehirde gezinirken, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır kolları sıvayıp o eğrilmiş duvarı hemen doğrultuverdi. Hz. Musa şaşkındı: "Madem öyle, herhalde şu yaptığın iş için, şu duvarın sahibinden yaptığın işe karşılık, bir ücret alabilirdin! Ve o ücretle karnımızı doyuracak yemek alabilirdik" dedi. Kötülüğe karşı iyilik gibi görünüyordu. Hızır ise: "Artık ayrılma vaktimiz geldi demek ki!" dedi. Çünkü Hz. Musa "bir daha sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme" demişti.

İşlerin İç Yüzü
Musa Aleyhisselâm, Hızır Aleyhisselâmın elbisesinin ucundan tutup çekiştirerek:  "Haydi, bana anlatacakların var herhalde söyle!" dedi.
Hızır: "Şimdi, sana, sabırsızlık gösterdiğin, dayanamadığın şeylerin iç yüzünü, anlatayım" dedi.

O delmiş olduğum gemi ki, denizde çalışan bir takım yoksullara aitti.
Onun için, ben o gemiyi kasten bir miktar kusurlu yapmak istedim. Geminin gideceği karşı limanda her sağlam gemiyi zorla el koyup alan, bir hükümdar vardı. Hükümdarın, geminin yanına vardığı zaman, onu, kusuru yüzünden geri bırakmasını ve gemi limandan ayrıldıktan sonra  geçip gittikleri zaman, onarıp ondan yararlanmalarını istedim.
Gemicilerden kimisi: "Deliği, şişelerle tıkarız! Kimisi de: Deliği, ziftle tıkarız!" diyordu. Gemiyi, bedelsiz olarak zabtedecek olan hükümdar, geldiği ve onu delik halde bulduğu zaman, bıraktı, zabtetmekten vazgeçti. Sonra, gemi sahipleri, bu gemiden, yararlanmağa devam ettiler.

O çocuğa gelince; o çocuk kafirdi. Onun anası ve babası ise, Mü'min idiler. Bu kafir oğullarını, ana babası el üstünde tutup, üzerinde titremekte idiler. Çocuklarına bir hayranlık besliyorlardı. Şayet, o oğlan çocuğu, olgunluk çağına erişseydi, anasını, babasını azıtacak, onları da, kafir yapacaktı. Ona, sevgileri yüzünden, onun dinine tâbi olmalarından korktum. Onların Rabbi, bunun yerine, kendilerine; dinen ondan daha hayırlısını, ana ve babasına daha yakın ve merhametlisini versin, istedik.

Duvara gelince; bu duvar, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Duvarın altında onlara ait bir define vardı. Babaları salih bir zattı. Rabbin onların reşit olacakları çağa gelip, definelerini o zaman çıkarmalarını irade buyurdu. Bütün bunlar Rabbinden birer lütuf ve rahmet olup, ben hiçbirini kendi görüşümle yapmış değilim. İşte hakkında sabırsızlık gösterdiğin meselelerin iç yüzleri bunlardan ibarettir.

Basiret mi? Feraset mi?
Hz. Musa'nın bilmediği ilmin peşine düşmesi, öğrenmenin önemini bize gösterir. Fakat bir peygamber olmasına rağmen; tamamen İlahi bir lütufla öğretilen ve "İlm-i Ledün" denen, metafizik aleme ait ilmi bilmediğine şahit oluyoruz. Bu tür bir bilgi çeşidinin varlığı ise gerçektir. İlm-i Ledün;  ilahi feyz yolu ile, hususi bir takım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve marifettir. Bunu öğrenebilmek için samimiyet ve Allah'a yakınlık gerekir. İlm-i Ledün her zaman zahiri şeriate muvafık olmayabilir. Kalbine gelen keşf ve ilhamları doğru kullananlar, sadece zahiri değil, eşyanın batınını da görürler. Rabb'im cümleye basiret versin. "Bu, Allah'ın lütfu olup onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir." Cuma, 4.

Efendimiz Aleyhisselâm, Hz. Musa ile Hızır olayını haber verdikten sonra şöyle buyurdular: "Allah, bize ve Musa'ya rahmet etsin! Ne kadar isterdim ki, ne olurdu o, sabretseydi de, ikisi arasında geçen daha fazla işler, bize, Allah tarafından, haber verilseydi Eğer, o, acele etmemiş olsaydı, muhakkak, daha bir çok şaşılacak şeyler görecekti. Fakat, o, arkadaşı tarafından bir kınamaya tutulunca utandı. Yolculuğu devam ettiremedi."

Dikkat! Ya gördüğünüz zarar; geminizi büyük bir zalimin elinden kurtarmak içinse! Ya kaybettikleriniz, sizin imanınızı kurtarmak içinse! Ya doğrultulan eğrilikleriniz, gelecekte hazinelere sahip olmanız içinse!

Ya köhne gemilerinizi onarmak, size zarar vermek içinse! Ya sizi kurtardığını düşündükleriniz, imanınızı çalıyorlarsa! Ya eğriliklerini doğrultamadığınız için hazineler kaybediyorsanız!

Ya yüzdürmeye çalıştığınız geminiz; sizin felaketiniz ise! Ya istikbalini  kurtarma çalıştığınız çocuklarınız için; imanınız elden gidiyorsa! Ya eğriye eğri diyemediğinizden ötürü doğrulamıyor, cennet hazinelerini kaçırıyorsanız!

Kimsenin ortaya çıkmaya cesaret edemediği zamanlarda; kim cesaretini toplayıp ortaya çıkarsa Hızır O'dur!

Herşeyin en iyisini Allah bilir!

Devam edecek...