25 Kasım 2018 Pazar

"Gözler dönmüş, yürekler de ağızlara gelmişti." Ahzab, 10


Hocaefendi’ye ve Hizmete Yapılan Eleştirilere Tarihî Perspektiften Bir Bakış

​Görünen o ki Hizmet hakkında ve özellikle Hocaefendi hakkında son günlerde eleştiri vadisinde yazılıp çizilenler bu işe gönül vermiş önemli bir kesimi rahatsız ediyor. Yıllardır bu tür yazı ve eleştirileri dine ve dindarlara karşı mesafeli kesimlerden duymaya alışmış ve aşılanmıştık; fakat kendi bünyemizden çıkan, bu tür yıkıcı ve insafsız eleştiriler ister istemez suskunluğumuzu bozduruyor. İçten gelen bu yeni saldırılar biraz bağlamından kopmuş düşüncelerin, biraz da eski hesapları açıp yüzleşme ihtiyacının ürünü gibi görünüyor. Peşinen söyleyeyim ki lafım herkese değil; "Hocaefendi istifa etsin" ve "Hizmet kendini lağvetsin" gibi müfrit düşünceleri dile getirenleredir. Elbette ki hatalarımızı görüp ders çıkartmak ve hakaret boyutlarına varmayan makul eleştirileri sabırla dinlemek Hizmet’in geleceği açısından çok faydalı olacaktır.

Bütün bu can sıkıcı tenkitlerin yanında sevindirici olan bir şey var ki o da bu kutsî davaya dair en ufak bir eleştirinin yapılamıyor olması. Eleştirilerin hemen hepsi metotla ilgilidir ve metotlar da zamana ve zemine göre değişebilir. Kesin olan bir şey var ki o da hizmetin bugünlere ve bu boyutlara ulaşmasında Hocaefendi’nin müthiş karizmasının, çekim gücünün ve kitleleri etkileyen cazibesinin tesiridir. Hiç şüphesiz, hizmet fertleri üzerinde Hocaefendi’nin etrafında halelenen ilk neslin de benzer bir etkisi vardır. Sonradan halkaya katılanlar içinde de benzer tesire sahip olanlar vardır. Mahruti bir gözle bakıldığında, tüm bu yıpratma ve karalama kampanyalarının, bu karizma ve cazibeyi ortadan kaldırmayı ve ardından hizmeti tespih taneleri gibi dağıtmayı hedeflediği görülmektedir.
Şurası inkar edilemez ki son dört beş yılda yaşananlar; hizmetin sevk ve idaresinde kritik mevkileri tutanları çok yıprattı ve neredeyse tüm kredilerini tüketti. Bunda aldıkları kararların, ilettikleri raporların, kriz yönetimine dair hiçbir planlarının olmamasının ve basiretsizliğin büyük tesiri oldu. Hocaefendi’nin yakınında bulunan, has dairedekileri yıpratan meseleler ise çok daha farklı. Şimdilik bu konulara girmeyeceğim. Asıl mesele Hocaefendi’nin bizzat kendisi, onun sağında solunda bulunan idare-i maslahatçılar, kendisi ile istişare edilenler, yakın duranlar, ulaşamayanlar ve ulaşılamayanların arasındaki iletişim veya bağdır. Amansız ve insafsız bir şekilde eleştiride bulunanlar, bu bağı ve bağlılığı ortadan kaldırmak istiyorlar.

Tarihi perspektif
Son olayları tarihi perspektiften bakarak değerlendirmenin daha aydınlatıcı ve yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Çünkü Mehmet Akif’in dediği gibi tarih tekerrürden ibarettir. İbret alındığı takdirde aynı hataları yapma ihtimali ya yoktur veya çok azdır. Müşrikler Uhud’a büyük bir planla gelmişler ve planlarını da kısmen gerçekleştirmişlerdi. Savaş sonunda Ebu Süfyan'ın dağın eteğine gelip: “Muhammed (sav) hayatta mı? Ebû Bekir yaşıyor mu? Ömer yaşıyor mu?” demesi boşuna değildi. Çünkü yaptıkları planın hedefinde öncelikli olarak Efendimiz’in (sav) ve etrafındaki lider kadronun öldürülmesi vardı. Bu durum, bugün de aynen geçerlidir. Arif Nihat’ın dediği gibi Ebu Leheb de Ebu Cehil de ölmüş değil. Devirler, coğrafyalar değişse de onlar gayeleriyle, fikirleriyle, metotlarıyla yaşıyor ve benzer metotlarla veraset-i nübüvvetin sahiplerinin karşısına çıkıyorlar. Bütün darbe dönemlerinde Hocaefendi’nin ve etrafındaki has kadronun arananlar ve idamlıklar listesine alınması, kaldıkları yerlerin “karargah”, “in”, “merkez üssü” gibi kavramlarla sunulması bunun en açık delilidir.

Uhud Savaşı’ndan iki yıl sonra, müşrikler, Medine’ye doğru yürürken hiçbir şeyi riske atmayacak şekilde sağlam bir hazırlık yapmışlar ve sürpriz bir sonuca ihtimal vermeden meseleyi kökünden halletmeye karar vermişlerdi. Hicretin ardından beş yıl geçmiş, Medine Vesikası ile Medine'de müslüman, müşrik ve yahudilerden oluşan güçlü bir toplumun adımları atılmıştı. Önce bu ittifakı bozdular. Daha önce Medine’den çıkartılmış Beni Nadir kabilesinin lideri Huyey b. Ahtab'ın projesi idi.

Bu konudaki kararlılıklarını göstermek için Mekke'de toplanıp Kabe'ye ellerini yaslayıp "Efendimizi ve müslümanları yok etmeye" yemin ettiler. Ardından çölde ne kadar kabile varsa Medine'ye topladılar. Bu birliğe Kureyş, Gatafan, Fezâre, Süleymoğulları, Esedoğulları, Mürreoğulları, Ehabiş, Kinâne ve Sakîf gibi Arap kabilelerinin yanı sıra Benî Nadîr ve Benî Kurayza gibi yahudi kabileleri de katıldı. Tabii bir de bunlara kalbinde imanın oturaklaşmadığı münafıkları da eklemeliyiz. Hendek Savaşı’nın hususiyeti tek veya belli bir düşmana karşı değil o gün itibariyle Arap yarımadasındaki tüm karşıt güçlere karşı yapılmasıdır. Kuran bu savaşa, düşman cephenin hususiyetini nazara vererek "Ahzab" diyor, yani birleşik güçler. Tarih kitaplarının bize bildirdiğine göre sayıları 24.000'ni buluyordu ki bu, o gün için hiç de azımsanamayacak bir rakamdı.

İstişarenin neticesi
Her şeye rağmen, düşmanın gücü ve çokluğu mü’minleri yıldırmamıştı. Daha savaşın başında, yapılan istişarede yeni Müslüman olmuş Selman-ı Fârisî’nin şehrin etrafına hendekler kazılması teklifi makul bulunarak kabul görmüştü. Yani Allah Resulü de has dairesindekiler de Mecusilere ait bilgiyi, tecrübeyi, bir hikmet olarak görmekte ve kullanmakta hiçbir beis görmemişlerdi. Bilakis böyle makul ve orijinal bir fikre değer vermişlerdi. Bundan her devrin Müslümanları gibi bizim de alacağımız dersler vardır. Mesela; düşmana karşı her zaman yeni bir taktikle çıkılması gerektiği ve istişare ile alınan kararların güzel neticeler vereceği gibi.

 “Müminler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce: “İşte bu, derler, Allah ve Resulünün bize vaad ettiği zafer! Allah da, Resulü de elbette doğru söylemişlerdir.” Müminlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece, iman ve teslimiyetlerini artırdı.” Ahzab, 22

Münafıklar
O günün şartları içinde, o kadar az bir toplulukla, o kadar kısa bir zamanda, Medine’nin etrafında o çapta büyük hendeklerin açılmasını, bugün bile anlamakta zorlanıyoruz. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki çok küçük ve kuvvetsiz topluluklarla, büyük projeler azim, tanzim-i mesai ve taksim’ül-a’mâl kaidelerine riayetle çabucak halledilebilir. Bir lider olarak Efendimiz’in (sav) hendek kazma aşamasında hendeğin başından hiç ayrılmaması ve ashabıyla birlikte kazma işine iştirak etmesi de çok dikkat çekicidir. Fakat burada bir hususu hatırlatmadan da geçemeyeceğim. Hendek kazma işinin yoğun bir şekilde devam ettiği günlerden birinde Efendimiz (sav), hiçkimsenin kıramadığı bir kayayı parçalamak üzere manivelayı eline alır ve üç vuruşta o sert kayayı parça parça eder ve herbir parçasını kırarken de ümmetinin istikbalde gerçekleştireceği büyük fetihler adına müjdeler verir. Fakat itimatları ve imanları sarsık olan münafıklar, Cebrail’in murakabesi altında vaadde bulunan nebiye inanmak yerine onunla ve müminlerle alay etmeyi tercih ederler. Hatta Abdullah b. Ubey ibni Selül: "Abdest bozmaya evinize gidemiyorsunuz, size Yemen'den, İran'dan ve Rum'un saraylarından bahsediyor" der. Kuran, onların içlerinde sakladığını yani daha ağırını haber verir. Münafıkların kendi aralarında "boş laf bunlar" dediklerini söyler.

"İkiyüzlüler ve kalblerinde hastalık olanlar: 'Allah (c.c) ve peygamberi bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." Ahzab, 12 Bir de kalbinde hastalık olanlardan bahsediyor ayet.

Kalplerinde hastalık olanlar
"İçlerinden birtakımı da: 'Ey Medineliler! Tutunacak dalınız yok, geri dönün!' demişti. Bir diğerleri de, peygamberden: 'Evlerimiz düşmana açıktır.' diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, kaçmak istiyorlardı." Ahzab, 13. Daha savaş başlamadan Hendek kazılırken ki ahval bu idi.

"Eğer Medine'nin etrafından üzerlerine varılmış olsa, sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istense, hemen buna teşebbüs eder ve derhal yapmaktan geri kalmazlardı." Ahzab, 14

Ok yağmuru
Medine’yi kuşatmaya gelen Ahzab ordusu, hiç ummadığı bir şekilde hendeği görünce şaşırıp kalır. Efendimiz (sav) karargahının kurulduğu yerde hendeği az dar yaptırmıştı. Bununla muhtemelen saldırıları bir noktaya toplamayı ve püskürtmeyi amaçlamıştı. Karargahının kurulduğu Sel' dağına Efendimiz (sav) için bir de Türkmen çadırı kurulmuştu. Arap'ların o gün için pek bilip kullanmadığı bu çadır deve derileri ile kaplanarak muhkem hale getirilmişti. Aradaki hendekten ötürü müthiş bir ok yağmuruna tutulan Efendimiz (sav) bu çadır sayesinde emniyette kalmıştı. Ok yağmurunun şiddetini anlayabilmek için şunu da bilmek gerekir. Aralıksız süren ok yağmuru sebebiyle dört vakit namaz kılınamamış kazaya bırakılmıştı. Bugün olduğu gibi o gün de en büyük hedef, liderdi ve onun özenle korunması gerekiyordu. O günü Kuran şöyle anlatıyor.

"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler dönmüş, yürekler de ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz." Ahzab 10

Konumun hakkını vermek
Ahzab ordusunun içinde Mekke müşriklerinden "Arab'ın bin askerine bedel" denilen Amr b. Abdivud denen bir adam da vardır. Bedir'e ve Uhud'a katılamadığı için içi kin ve intikamla doludur. Yaşının çok ileri olmasına rağmen çok dinçtir. Hendeğin dar yerinden atıyla bir sıçrayışta geçer ve Efendimiz’i (sav) mübarezeye davet eder. Efendimiz (sav): "Kim bu adamın karşısına çıkar" deyince o an bir tereddüt yaşanır. Bu tereddüdü gören Hz. Ali "ben" demesine ragmen, Allah Resulü (sav) ona "sen otur" der. Tekrar sorar: "Kim bu adamın karşısına çıkar" yine kimseden çıt çıkmaz. Hz. Ali yeniden "ben" der ama yine "sen otur" denilir. Üçüncü kez tekrar sorar: "Kim bu adamın karşısına çıkar" yine kimseden çıt çıkmaz. Üçüncü defa Hz. Ali "ben" deyince bu defa "Kalk Ya Ali" buyurur. "Kılıcını kuşan" der. Hatta kuşanmasını bizzat kendi eliyle yapar. Sonra gözyaşları içinde ellerini kaldırıp şöyle dua eder: "Allah'ım! Amcamı Uhud'da, amcamın oğlu Ubeyde'yi Bedir'de kaybettim. Yanımda Ali'den başkası kalmadı. Ali benim son yongam. Sen onu muhafaza eyle!" İşte durum buydu. Düşman liderin vücudunu ortadan kaldırmaya ve adım adım hedefine ulaşmaya çalışıyordu. Kuran bu durumu söyle özetliyor:

"İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı." Ahzab 11

Hızırlaşmak
Neden kimse bu adama karşı ayağa kalkmamıştı. Neden iki defa Hz. Ali yerine oturtulmuştu. Öncelikle kimsenin cesaret edemediği o zor zamanda, Allah, Hz. Ali’nin önünde kahramanlığın ve velayet kapılarının yolunu açıyordu. Tıpkı Zülkarneyn Ordu'sunda düşmana tek başına karşı koyan Hızır'a açılan velayet kapıları gibi. Peki Efendimiz (sav) neden önce onu çıkartmak istemedi? Bu konuda iki şey söyleyebiliriz. İlk olarak efendimiz başkalarının çıkmasını bekledi. Kendisinden bir şeyler yapması beklenenler vardı. İkinci olarak Amr, Ebu Talib'in arkadaşı idi. Hz. Ali'ye hakaret edip moralini bozacağını düşünüyordu ki mübareze öncesi Hz. Ali'ye bir sürü hakaret etmişti.

Sonuç
​Son dört beş yıldır yaşanan hâdiseler göstermiştir ki kadimden bu yana İslam’a ve mü’minlere düşmanlık devrededir. Hocaefendi’ye ve Hizmet’in şahs-ı manevîsine düşmanlığı hayatlarının gayesi hâline getirenlerin en birinci gayesi Hocaefendi’nin ve has talebelerinin şahsında Hizmet’in şahs-ı manevîsini çürütmek, yıpratmak ve yok etmektir. Beşeriyet muktezası olarak yapılan ve kasdî olmayan hataları Hocaefendi’ye ve umuma teşmil ederek yapılan ve tahrip amacı güden yazıların, eleştirilerin, yorumların insafla, vicdanla ve iyi niyetle bağdaşan hiçbir yanı yoktur. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Bir gemide 9 cani, bir masum olsa, o gemi hiçbir kanun-ı adaletle gark ve ihrak edilemez.” Bugün bu eleştirileri yapanlar ise cani olduğu bile şüpheli olan bir kişi için 9 tane masumun bulunduğu bir gemiyi batırıp kaptanını da denize atmayı teklif ediyorlar. Tarih bize gösteriyor ki bu amansız kasırgalar karşısında, geminin mürettebatına ve tayfalarına düşen şey; imanla, teslimle, tevekkülle, sabırla, sebatla, tesanütle, istişareye riayetle, farklı metotlara ve usullere açık olmakla ve kaptanın bilgi, tecrübe ve iyi niyetine itimatla hareket etmek ve bunun aksi şekilde hareket edenlerle araya hendekler kurmaktır.

Dr. Nazım ABASIYANIK 


17 Şubat 2018 Cumartesi

Naneli Çayın Efendisi'ne Mektup




Naneli Çayın Efendisi'ne Mektup

Sana yazdığım bu mektubu ahirete saklamıştım; fakat, acımasızca birbirini eleştirenleri, haram helal demeden birbirinin gıybetini yapanları görünce şimdi yayınlama ihtiyacı hissettim. Kaldıkları evde yiyeceklerini bile paylaşamayanları duyunca; ruhum daraldı ve beraber geçirdiğimiz fedakarlık dolu günler aklıma geldi. Neleri paylaşmıştık neleri. Eğer bazı sırlar ortaya saçılır, keşke dersen şimdiden affımı istirham ediyorum.

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de
Y.K.Beyatlı

Gönlümün Süleymaniye Edalısı

Seninle geçen günlerim; her saniye gönlümün aydınlığını artırıyordu. Mehabetli Süleymaniye'siydin her sabahımın. Yolumuz pek çok defa kesişmesine rağmen çok geç tanışıp erken kaybettim seni. Aynı mekanlarda; farklı zamanlarda bulunup benzer hatıralara sahip olmak gibi ortaklıklarımız vardı. Seninle olan beraberliğe doyamadan yeniden ayrı düştük.

Bir gün bir haber aldım senden. Nihayet kavuşacaktık. Beni seninle tanışmaya götüren uçak; gecenin bitmeye yüz tuttuğu, fecrin ağardığı; bir mana seferine kanat açarken; o muydu ben miydim kanatlanan bilmiyorum?! Ulu bir mabet avlusunda buluştuğumuzda namazdan çıkmış, nurla dolmuştunuz. Usulca yaklaştım; nerde abdest alabiliriz? dediğimde: "Yiğit! Şurda” deyişin kulaklarımdan silinmiyor. O gün ilk buluşmamız çok kısa sürmüştü. Her geçen gün artıyordu sana karşı olan saygım ve muhabbetim.

Saygı ve muhabbetim hayranlığa giden yoldaki kısa buluşmalarımızda hayranlığa doğru yükseliyordu. Sende kendimden parçalar buluyor, eksiklerimin tamamlandığını görüyordum. Dost olmak istiyordum seninle, iç dünyam kabarıyor; telaş ediyor, heyecanlanıyor, duygulanıyordum.

Seninle alakalı ilk intibalarım; fedakarlık üstüne idi. Biz her akşam evimize, yuvamıza koşarken sen sadece hafta sonları giderdin şehir dışındaki ailenin yanına. Önceleri çok anlam veremezdim buna, lakin zamanla gerekliliğine ben de hak verdim. Sonra şartlar değişince ayda bir gider üç gün kalır geri gelirdin. Hayranlığımın başladığı yer işte burası idi. Elde yol avuçta yok; kıt imkanlarla deruhte etmeye çalıştığın hizmetin derdindeydin. Hep sana özenir senin gibi olmayı arzulardım.

Sonra nasib oldu aynı şartlarda çalışıp hizmet etmek bize de nasib oldu. Artık daha fazla beraber zaman geçiriyor; pek çok şeyi paylaşıyor ve pek ayrılmıyorduk. Ayrıldığımız zamanlarda da içimde ailemden biri gibi bir özlem duyuyordum sana. Bir zaman birbirimizin mütemmimi olarak çalıştık. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum muhabbetini özlüyordum. Tekrar mesaimiz birleştiğinde ise dünyalar benim oluyordu. Seninle geçirdiğim beş yılımın unutulmaz zaman dilimleri bir yad-ı cemil olarak şuracıkta duruyor.

Asker Disiplini

Mesleğimiz gereği işlerimiz; sınıflarda odalarda amfilerde, salonlarda değil de açık arazide oluyordu. Sen teori adamı değil pratik adamıydın. Teorinin değil de tatbikatın içindeydik. Ses tonunun insanlar üzerindeki etkisi, sesinin hükümranlığı ve nizam adamı olman en belirgin özelliğindi senin. Kalabalık gruplara ibadet ettirmen; imamete geçerken ki edan, duruşun hitabetin bir Ali veya Hamza r.a. edasında idi. Giydiğin cübbe ile Ömer r.a. gibi yürüyüşün bize asrı saadeti hatırlatırdı. Seninle kılınan huşu içindeki bir namaz ve arkasından yapılan gürül gürül tesbihatlar bize Allah'ın askerleri, kulları olduğumuz hissini verirdi. Fasılasız, müteheyyic, duygulu uzun ibadetler bizim kullukta derinleşmemize vesile oluyordu. Hele o namaz tesbihatlarına getirdiğin yenilikler bizi daha da coşturuyordu. Esma ül'Hüsna okurken sen esmayı okurdun; biz de "Celle Celalühü" nakaratına ritm tutardık.

Basit Yaşam

O kadar çok seyahat yaptık ki seninle sayısını hatırlamıyorum. Biz seyahat süresine göre yanımıza eşya ve çanta alırken senin ki hiç değişmezdi. Küçük bir el çantası her zaman senin işini görürdü. Bazen büyük valiz aldığına da şahit oldum ama içi hep boştu. Basit yaşar, basit şeylere ihtiyaç duyardın. Hiç görmedim; var mıydı? bilmiyorum traş takımın, traş bıçağın, şampuanın, kremin. Bu halin bana "buraya ait değilim, ahirete yolculuk var" hatırlatması gibiydi.

Bize gelince, dünyayı yüklenirdim sırtıma. Herşeyin bir de yedeği olurdu çantalarımda. Tek bir sabunla tüm ihtiyaçlarını gördüğüne pek çok defa şahit oldum. Saç tıraşı dahil her ihtiyacını kendin görürdün. Makine kullanmadan sade bir jiletle traş olman bile; bende, sana karşı bir hayranlık uyandırıyordu. Genelde tek değişimlik kıyafetin yanında olurdu. Her gün kıyafet değiştirir, Kaşla göz arası onları yıkar, ertesi güne hep temiz kıyafetin hazır olurdu. Mesela senin hiç kazağın, montun, parken, palton, botun, tişortun, şapkan, atkın, oldu mu bilmiyorum; görmedim. Yazlık kıyafetlerle kışı da geçirirdin. Yazın bir gömlek, kışın bir ceketle yaşardın.

Çalışkanlık

Hayatımda senin kadar çalışan insanları az gördüm ben. O nasıl çalışmaktı öyle! Bütün insanın vücudu terler mi? Alnından dökülen boncuk boncuk terler bazen kirpiklerinden aşağı göz çukurlarına dolardı da; terinin tuzu gözlerini yakardı. Kolları, pazıları, ellerinin üstü terleyen birini gördüm sayende! Sürekli sırtın terli gezerdin. Gömleğin beline kadar ıslak... Bundan dolayı sürekli sırtında kulunç olurdu. Yaptığım masajların ancak iyi geldiğini söylerdin. Kırardım kulunçlarını, yaba gibi ellerimle de dayanamazdın o ağrılara.

Hiç bir programa geç geldiğini görmedim. Uyuyup kalmak, trafiğe takılmak, vs. gibi bir mazeretini hiç duymadım. Çoğu yere de yürüyerek giderdin. Nefret derecesinde kızardın bekletenlere. Vaadinden dönmeyen, taviz vermeyen; bu dakikliğin, titizliğin ve mükemmelliyetçiliğin, bazılarının hoşuna gitmese de ısrarını severdim.

Tükenmez Enerji

İmandan gelen tükenmez bir enerji vardı sende. Tempona ayak uydurmazdım genelde. Yeme içmede ortak pek çok yönümüz olmasına rağmen; ayak uydurmazdım. Çorba seversin sen mesela: ne çorbası olursa. Tencerenin dibini sıyırırdık beraber. Çeşit yemeği sevmezdik. Tek çeşit gerekirse birkaç tabak. Süzme mercimeğin içine et suyu katılmış çorbaya bayılırdık. Hele o Hataylının evinde içtiğimiz tavuk suyu çorbası... Özel yaptırır içmeye giderdik. (Allah onlardan razı olsun) Temel yemeğimiz acılı menemendi. Bana el sürdürmez kendin yapardın. Arada misafirlere yaptığın maklube ve özel zamanlarda yaptığın haşlama kuzu; tadı damaklarda, adı hala hafızalarda.

Yemeği sevdiğimizi inkar etmeyen bir görüntümüz vardı ikimizin de. Bu görüntü, saç kesimi ve diğer bazı özelliklerimizden ötürü bizi
kardeş sanırdı herkes. Sana oldu mu bilmem beni sen sanırlardı çoğunlukla. Ben sık sık az yemeği severdim sen bir kerede çok yemeği. Bu yönüyle birbirimizden ayrılırdık. Bazen zorlandığım da olurdu. Sana takıldığımdan aç gezerdim. "Hocam" dedikçe ben, sen "acıkmadık daha" derdin. Sıkı bir yemeğin ardından bir gün iki gün yemek yemediğin olurdu. Bazen rutin dışına çıktığımız dahi olurdu. Hatırla! Dışarda lapa lapa kar yağıyor. Ocak ayı. İyi yapılmış bir Maraş dondurması yiyorduk.

Ama çaya gelince hiç reddetmezdin. "İçiçez" derdin. Ben siyah çay yapardım sen naneli çay. Boşuna demiyorum sana " Naneli çayın efendisi" diye. Nasıl yapıldığını bilmeme rağmen tutturamazdım. Su iyice kaynadıktan sonra termosa taze nane yapraklarını koyardın. Kaynar suyu üstüne boca edip bir müddet bekler; nane aromasının suya geçmesini sağlardın. Üstüne poşet çayı koyar, biraz bekler sonra içmeye başlardık. Nanesi özel olacak yalnız; "Şehir nanesi" Sen içerdeyken çok naneli çay yaptım. Termosun yanına iki bardak koyup; bir ondan bir ondan çok içtim. Tutmadı senin yerini ne nane, ne çay ne bardak.

Her gittiğimiz yerde bir termosumuz ve kettle mutlaka olurdu. Ofçay hazine demlik poşet çantamda taşırdım. Kağıt, cam, metal bardakta, ne bulursak içerdik çayımızı. Böyle kaç termos çay içtik bilmiyorum, sohbet-i canan etrafında. Başbaşa yaptığımız müzakereler, okumalar ve dinlemeler şimdi çok özleniyor bilesin. "Okuyacak bir şey yok mu?" deyişinden ahlardım can sıkıntını. Ayrı buudlara geçerdin müzakereler sırasında. Ben çok beceremezdim de; sen keyifle gevrek gevrek gülerdin. Bazen senin şiveli konuşmanı dalgaya alır güldürürdüm seni. "Zaten" yerine "Zati" "Sadece" yerine "Sade" deyişini taklid eder gülerdik beraber. Hele bir sevdiklerine “Kurban olurum sana” deyişin vardı. Onu da özledim.

Hatırlar mısın? Şimdi zindanda olan "Hak dostunu". Onun ayrı bir çay tiryakiliği var. Çaykur Altınbaşak çay ve mini bir semaver sürekli yanında. Kimseye demletmez kendi demler çayını. İki lafın belini kırmak için başlar saatlerce konuşurduk. Meşhur defterini çıkarır. Numara seçtirir, hadis okurdu bize.

Zor Şartlar

Misafirimiz çok olurdu kaldığımız yerde. Bize yer kalmazdı da, yerlerde yatardık. Kaç defa birbirimizin ayaklarını yastık yapıp yattık bilmiyorum. O kadar yorulurdun ki kapıdan içeri girince sağdaki koltuğa kendini atar atmaz, üst başla uyur kalırdın. Görev yaptığın o ulu mabette üstüne bir halı çekip yattığına da çok şahit oldum. Neden? Eve gidecek kadar takatin kalmazdı, hizmetten.

İmkansızlık ve vakitsizlikten umumi wc'lerde cami abdeshanelerinde duş alırdık. Sen hiç kurulanmadan elbiseni giyer yarı ıslak gezerdin akşamlara kadar. Elbisen üstünde kururdu. Ben dayanamayıp çantamda bir tülbent taşır, onunla kurulanırdım. Konuşmaktan mecalsiz kaldığımız çok olurdu. Susardık çoğunlukla. Bizim bu halimizi görenler; edepten sustuğumuzu sanırlardı. Bilmezlerdi ki bizim mecalimiz yok konuşmaya. Hatta derdin ki: (bağışlayın) " İstifra etsem içimden konuşma çıkar." Boğaz'ımızı rahatlatmak için pastil veya şeker tutardık sürekli dilimizin altında. Bunu da bazıları yanlış anlar çıkışırdı bize. Sen sürekli cebinde zencefil taşır; suyunu emerdin.

İmkansızlığın had safhada olduğu o zor günlerde iki kişilik odamıza iki kişi daha alıp dört kişi kalmıştık. Hakdostu ve Kılıç. Onlar misafir biz habire çalışıp yoruluyoruz. Çay içtik beraber. Gözümüzden uyku akıyor. Yığılıp kalmışız oturduğumuz yere. Neyse Hakdostu ve Kılıç da yatalım artık deyip uzanmışlar yataklarına. Çok geçmeden müthiş bir sesle fırlarlar yataklarından. Gelen müthiş ses bizim horlamamız. Kılıç alışkın tabi bizim horlamamıza. Kendince Hakdostunu teskin ediyor: "Hocam bunlar koro halinde horlarlar, bizi bitirir biri başlar diye" dalgasını geçiyor. Hakdostu, söz üstadı durur mu, yapıştırmış cevabı. "Biz çok horlayan gördük. Bu horlama değil, aslanlar kükrüyor"

Derinlik ve Haz

Bildiğini iyi bilir bilmediğin konu hakkında konuşmazdın. Mevzuları takdim şeklin, pratik çözümler sunman ve pek çok işi kolaylaştırman herkesin hoşuna giderdi. Sunumlarındaki öz bilgi, yalınlık ve duygu herkes tarafından beğenilirdi. Bilmem kaç tv programı yaptın böyle. Mesleğimizin en aranan adamı sendin.

Bilinmeyen bazı yönlerini de ben burdan salık vereyim. Pek çok insan daha duymadı bazı ebedi metinleri ezberden okuyuşunu. Mesela "Veda Hutbesini" senden ezbere dinlese deliye döner pek çok insan. Veda haccında zanneder kendini. Senin saatler süren dualarına amin demedi daha pek çok insan. Tanımalı seni tüm dünya, tüm insanlık... Arkanda saf tutmadı hala pek çok Müslüman o eşşiz imametinde...

Hasret Günleri

25 Temmuz 2016 Pazartesi günüydü sabah namazını henüz kılmıştım beni aradın. O meşum zaman diliminin üstünden on gün geçmişti. Yine yürüyerek geldin bana dışarıda buluştuk. Önce bir sabah çorbası içtik. Ardından saatlerce konuşup karbonatlı çay içtik. "Bu gidişat iyi bir gidiş değil, hayat hakkı tanımayacaklar bize" dedin. "Fitne zamanı dağlara çıkıp yalnız yaşanmalı" diye konuştuk. Sen ertesi gün baba ocağı memleketteki köyüne gittin. Bu son görüşmemiz oldu. O gün bu gündür hasretle yanıp tükeniyorum. Evlad-u iyal yokluğu bile bana bu kadar dokunmuyor bilesin.

Bir gün sonra, soyadı seninle aynı olan yakın bir akraban tarafından ihbar edilip tutuklandığın haberini aldım. On ay sonra ancak sesini duyabildim. Sesini duyduğum o gün nerdeyse kalbim duracak gibi oldu sevinçten. Zindanın sana zor gelmeyeceğini çok iyi biliyordum. Zaten dışarıdaki yaşantımızın zindandan bir farkı yoktu. Senin haberin yok belki ama seninle ilgili başka kanallardan da haber ulaştı bana. Seninle aynı koğuşu paylaşan bir tutukluyu serbest bıraktıklarında; çıkmak istemediği ve "hocadan beni ayırmasalar" dediği kulağıma geldi. Zindanı da gülistana çevirmiştin.

Kavuşma ve Gözyaşı

On ay geçmiş böyle. Sonra telefonun ucunda sesini duyunca bayılacak gibi oldum, dedim ya... Nihayet sesini duyabilmişim. Serbest bırakılmıştın en azından görüşebiliyorduk. Ve bir gün bana söylediğin şu söz saatlerce ağlattı beni. "Beni daha sık ara!" Kalbime ok gibi saplandı durdu. Yalnızlık ve çaresizlik içindeki haletinin özeti gibiydi bu söz. Farklı bir durumda değilim bilesin. Okyanus kenarına vurmuş batık bir geminin yolcuları gibiyiz. Her gün deniz kabuklarına kulak dayayıp dostlardan bir haber, bir ses gelmesini bekler gibiyim. Silivri zindanındaki Kalemci Baba ve Mehmet'ten, Samsun zindanındaki Hakdostu'ndan, Kılıç'tan, Hafız'dan ve senden uzak kalmanın hicranı içindeyim. Beklentiye girmeden; basit hayatı, fedakarlığı, ve paylaşımcılığı senden öğrendim. Mektubumu bitirirken selam eder, kucaklaşacağımız günü sabırla beklediğimi bildirmek isterim.
Nazım
____________________
Kaldı işte
Çayımız bardakta
Çocukluğumuz sokaklarda
Mutluluğumuz kursağımızda
Sevdiklerimiz uzakta
.....
Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman! (Benim için)
Nazım Hikmet




4 Şubat 2018 Pazar

Şirinler






Şirinler

Belçikalı çizer Pierre Culliford'un oluşturduğu çizgi roman ve animasyon dizisinin ismidir "Şirinler". İlk olarak 1958'de Pierre Culliford tarafından çizgi roman olarak yayınlandı. 1981'de Tv’de gösterilen Şirinler büyük ilgi gördü. Yıllarca Türkiye'de de yayınlanan çizgi dizi, birçok ülkede, yüksek izlenme oranlarına rağmen gösterimden kaldırıldı. Ana tema olarak sosyalizm ve komünizm çağrışımından dolayı yazarı eleştirildi. Şirinler'in İngilizce adı olan "Smurf" kelimesinin "Socialist Men Under Red Flag"ın (Kızıl Bayrak Altındaki Sosyalist Adamlar) kısaltması olduğu iddia edildi. Bu iddianın bir şehir efsanesi olmadığına inanıyoruz.

Şirinlerin hayatında herşey mükemmel; paylaşım var, eşitlik var, adalet var. Mantardan bir köyde mantarların içinde yaşıyorlar. Şirin Köyde komün bir yapı var. Para birimi yok, malları değiş-tokuş yapıyorlar. Herşeyi paylaşıyorlar. Her şirinin özel bir yeteneği var ve bu yeteneğini toplumun faydasına kullanır. Ama her yetenekten bir tane var. İkinciye gerek yok. Herşey kendi köylerinde üretiliyor. Dışardan gelen bir şey yok ve kendi kendilerine yetiyorlar. Dünyaya kapalılar. Gözlüklü Şirin sürekli eleştiriyor ve sürekli kitap okumasına rağmen sevilmiyor. Tek tip insan modeli var. Şirin baba hariç hepsinin kıyafeti de aynı. Renkleri de aynı. Şirin baba sihir uzmanı. Usta şirin çok seviliyor sürekli kulak ardında bir kalem; sürekli çalışıp icadlar yapıyor. Gargamel ise komünizmin baş düşmanı kapitalizme benziyor. Azman da; Gargamel'e yardım eden bir kedidir. Her zaman Şirinleri yemek isteyen baş düşman.

Şimdi; hayal değil, bir Avrupa ülkesinde şirinlere benzer bir hayat yaşayan bir halkın dramını beraberce okuyalım.

Kendi Olamamak!

İkinci dünya savaşının bitmesine az bir zaman kala Viyana'dan kalkan; bacasından kara dumanların yükseldiği bir tren Moskova'ya doğru yol alıyordu. Bu bedbaht trenin taşıdığı iki de talihsiz yolcusu vardı. Alman işgalinden yeni kurtulmuş bir ülkenin iki önemli lideri Enver Hoca ve Mehmet Sheyhu. Kılık değiştirmiş bu kişilerin hedefinde Moskova'da Stalin'le görüşmek vardı. Nihayet ulaştılar Moskova'ya ve bağlılıklarını Stalin'e bildirdiler. Avrupa'nın göbeğinde yeni bir kominist ülke doğuyordu. Ve bu ülkeyi bekleyen çalkantılı geçecek bir kırk yıl. Bu kırk yılda kendi kliği içinde bile kah SSCB'ye kah Çin'e yaslandı durdu.

Kartallar Ülkesi

Malum her ırk kendini güç ve kudretinden ötürü bir özge hayvanla irtibatlandırır. Türklerin kurtla, Rusların ayıyla, Çinlilerin ejderhayla irtibatlandırılması gibi. Bizim orda kartalların yaşadığı dik yamaçlara "Kartallık" denir. Bu millet kendi lisanında kendine "Shiptar" "Kartal" diyor. Dolayısı ile kartalların yuvasına da "Shiqperise" "Kartallık" diyorlar.

Kendilerine kartal demelerinin ata olarak belledikleri İskender bey ile de alakası var. İskender bey Edirne sarayında Fatih'in okul arkadaşı. Memleketine dönünce Osmanlı'ya isyan edip çok uğraştırmış; miğferinde bir keçi başı ve kartal kafası taşımış ayrıca kartal yuvasına benzeyen Kruja kalesinde Fatih Sultan Mehmet'le yaptığı savaşları çok meşhur olmuştur.

Ayrıca ilkokul yıllarından hatırlıyorum bu ülkeyi. Hayat bilgisi derslerinde ülkemizi tarif ederken kendi kendine yeten birkaç kominist ülke ile zikredilmesinden hatırlıyorum. Soğuk savaş döneminin "Bağlantısızlar" ülkeleri arasında gösterilen bir ülke. NATO ve "Varşova Paktı" dışında kalmaya çalışırken kimlik bunalımı yaşamış bir ülke ve ülkesine yön veren lideri. BM'deki Kıbrıs müzakereleri sırasında yapılan oylamada Türkiye lehine oy veren altı ülkeden biri olduğu için sempati duyduğumuz ülke. Osmanlı bakiyesi topraklarda isyan etmeyen fakat Osmanlı ile toprak bağı kalmadığı için kendi başının çaresine bakmak zorunda kalan güzel insanlar ülkesi.

1912 yılında bağımsızlığını ilan etti. 1913’de büyük devletler tarafından tanındı. Fakat bu rahat dönem uzun sürmedi ve I.Dünya Savaşı’nın başlaması ülkenin İtalyanlar tarafından işgaline sebep oldu. Bu durum 1920 yılına kadar böyle sürdü fakat 1920 yılına gelindiğinde bu istilacılar ülkeyi boşalttılar ve yeniden bağımsızlığı onaylandı. Ülke işgalcilerden kurtarılmıştı ama toprakları ciddi oranda azalma göstermişti. Bu da Yugoslavya ve Yunanistan’ın yararınaydı.

Kral Zogo

1922 yılında ülkenin başına Ahmet Zogo geçti. Zogo, Üsküdar askeri idadisinde okumuş; Avusturya'da da üniversite okumuş; pek çok savaşa katılmış bir Osmanlı askeriydi. Zogo hükümeti 1924 yılında kendilerine demokratlar diyen bir grup tarafından devrildi. 1926'da karşı bir devrimle demokratları da bu kez Zogo devirdi ve ülkede kendi diktatörlüğünü kurdu. Parlamento 1926'da Ahmet Zogu'yu kral ilan etti. Zogo’yu destekleyenler kendilerine muhafazakar olarak tarif ediyor fakat bu kesim ülke içinde çoğunluğu oluşturmuyordu.
1927 yılında İtalya ile imzalanan antlaşma, iki ülke arasında ilişkilerin düzelmesini sağladı ve İtalyanlar bu antlaşma sayesinde birçok ticari ayrıcalıklar elde ettiler. Başkentteki İtalyan mimari eserleri o dönemden kalmadır. Böylece ülke içinde, İtalyanların etkisi giderek artmaya başladı halen devam eden İtalya etkisi o dönemden kalmadır.
Ülke, 1939 tarihinde, bir anda İtalyanlar tarafından işgale uğradı. Bu durum Ahmet Zogo’nun ülkesinden kaçmasına neden oldu. Önce Yunanistan'a, sonra Türkiye üzerinden Mısır'a gitti. Dindar bilinen Ahmet Zogo Türkiye'de dönemin İslam karşıtı yönetiminden ilgi görmedi. Mısır'da o dönem Kavalalı Mehmet Ali Paşanın torunu Kral Faruk; yönetimi elinde tutuyordu. Zogo Mısır'da çok büyük bir devlet töreniyle karşılandı. Kral Faruk'un "Biz bütün Arapları ve milletimizi toplayıp senin ülkenden Almanları ve İtalyanları kovacağız" sözü çok meşhur oldu. Çok geçmeden Kral Faruk'a karşı Mısır'da bir devrim yapıldı ve Kral Zogo, orada kalamayıp ordan da Fransa'ya gitti.


Enver

Tarih miladi 1908 yılını gösterdiğinde tüm Osmanlı coğrafyasında İttihat ve Terakki rüzgarı esiyordu. O yıl doğan çocuklara üç paşanın isimleri veriliyordu. Enver de o yıl doğup; Enver ismini alanlardandı. Adaşı Enver Sedat ve Cemal Abdunnasır gibi. Hayat serancameleri de benzer bir kader olmaktan kaçamamıştı.

20'li yaşlarda üniversite okumak için gittiği Fransa'dan kominist düşüncelerinden ötürü bursu kesilince Belçika'ya geçmiş ve burada da kominist etkiden kurtulamamıştı. Ülkesine döndüğünde köylerde öğretmenlik yapıyordu lakin devrin çalkantılarından uzak kalamadı. İçinde yetiştiği bektaşi kültürünün de etkisiyle kendini "ene'l hak" olarak görmüştür. Kendisi Maocu ve Stalincidir. Liderin tanrılaştırıldığı "kişi kültü" anlayışı ile bir milletin ömründen yarım yüzyıl çalmıştır.

Kimileri için din düşmanı diktatör, kimileri içinse gerçek devrimci lider olarak görülen Enver; ülkesini 40 küsür yıl yönetmiştir. Özellikle Hitler zamanındaki Alman işgali sırasında ülkesinin bağımsızlığına kavuşmasında büyük rol oynamıştır. Din üzerine fazla baskı uygulaması, Stalin'e yakınlığı, Stalin sonrası bir dönem Mao'ya daha sonrada tüm dünyaya ülkesini kapatması da dikkat çeken başka konulardır. Düşünsenize! Komünizm zorla ülkeleri etkisine alırken; Enver kılık değiştirip gitmiş ve komünizmi ülkesine kendi getirmiştir.

Komünist dönemde özel mülkiyet hakkı tamamen kaldırılıp kooperatifler kurdu. Halkın tüm mallarına el kondu. İtiraz eden ve aksini düşünenlerin tamamı hapishaneye kondu. Enver döneminin nerdeyse tamamını hapishanede geçiren; vücudunda neredeyse kırık kemiği kalmayan Sabri Koçi ile tanışma imkanı olmuştu. Yurtdışına kaçanlar gittikleri yerden istihbarat elemanları tarafından tehdit edilip getirildi.

Zogu'nun sağ kolu olan Abbas Kupi'nin başına gelenleri ise yakınlarından dinlemiştim. İstekleri yapılmadığı takdirde hanımının ve kızının öldürüleceği tehdidinde bulunuyorlar. Belçika'da eline bir tabanca veriyorlar ve bir kapı gösterip o evdeki kişiyi öldürdüğünde vazifesinin biteceğini söylüyorlar. Ama bir türlü bitmiyor pis işleri.

Mantarlarda Yaşayan Küçük İnsanlar

Enver'in panorayaları neticesinde ülke bir dev mantar tarlasına dönmüştü. Ülkenin neresine gitseniz mantara benzeyen yapılar görüyorsunuz. Bunkerler; bir milletin zihninin nasıl esir alındığına ve zihinlerinde nasıl zincirden blokaj oluşturulduğuna en güzel örnek! Kır! Kır! Bitmiyor. Tam 750 bin adetler. Gündüz, gece; gecenin bir yarısı sirenlerle birlikte insanlar düşman nükleer saldırı düzenliyor denerek buralara toplanıyordu. Kimse bu düşmanlar? Yarım metre beton, üstüne 15 cm çelik, onun da üstüne yine yarım metre beton. Nasıl bir zihnin ürünü ise artık.

Başkentin merkezinde müzeye dönüştürülmüş, gizli servisin örgüt merkezi olan bunkerlerden biri var. Enver Hoca, yönetimindeki siyasi hapishane tasvirleri, işkenceler, cinayetler, casusluk faaliyetleri, propaganda arşivi hepsini orada görmek mümkün.

Enver; bir avuç insanın zaten kısıtlı olan kaynaklarını, saçma sapan bir "Bunker" sistemiyle harcamaktan çekinmemişti. Bugün hala memleket toprakları baştan aşağı, boy boy bunkerlerle örülüdür. İşin garibi, Amerikan/batı bloğu yahut sovyet saldırısına karşı yapılan bu sığınakların herhangi bir işlevi de yoktur. İyi donanımlı birliklere karşı verilecek bir savaşta halk buralara doluşsa; iletişim ve ikmal imkanı olmayan bu sığınaklarda halk zaten kendiliğinden ölecekti. Fakat, Enver, bunu dile getiren askerî yetkilileri de hain ilan edip öldürmüştür. Hatta Bunkerleri tasarlayan mühendisi bile dayanıklılık testi sırasında tank topu ile öldürtmüştür.

Kimlik Bunalımı

Günümüzde halkın çoğunluğu adını duymaktan bile hazzetmiyor. Dünyadan izole olan doğu blokunun iki ucu olan; Çin ve SSCB ile de flört edip; ikisiyle de ters düşünce tamamen yapayalnız kalan liderdir o. Bunun üzerine sınır komşusu eski Yugoslavya ile de iyi anlaşamaması eklenince iyice paranoyaklaştı. İyice coşmuş; halkını hayali düşmanlarla korkutup, yalan haberlerle bir halkın zihnini boşaltıp ülkeye bir milyona yakın nükleer sığınaklar (Bunkerler) inşa ettirmiştir.

Yaklaşık kırk senelik bu dönemde diğer dünya ülkelerine kapalı, içine kapanık bir şekilde ülkesini yönetti. Zaman zaman bazı güçlü devletlerin yörüngesine girmekten kaçamadı ama soğuk savaş dönemi boyunca hüküm süren çift kutuplu dünyada, kendi kliği içinde bile kah oraya, kah buraya yaslandı durdu. Stalin'in cenaze merasimine katıldığında; özelikle Kruşçevciler'in ne olduğunu görmüştü. Kruşçev ile fikirleri çatışan Enver bu devletle de yollarını ayırdı. SSCB’den sonra Mao Zedung yönetimindeki Çin İle ilişkilere başladı. Sovyetler birliği ve Çin komünist partisini , dünya komünist hareketine ihanetle suçlayıp, her iki ülkeyi revizyonist ilan etmişti. Bu ikili ilişki Enver döneminde en çok göze çarpan süreç oldu. Ülkenin her yanını bir dönem Çinliler sarmıştı. Dört bin mühendis getirilmiş, ülkede baştan aşağı imar faaliyetlerine girişilmişti. Bu ilişki de uzun sürmedi Çin'e de sırtını çevirip bağlantısız olduğunu ilan etti. Şimdiki Kuzey Kore rejiminin benzeri bir devlet despotizmine yöneldi.

Dünya'dan Kopuk Yalnızlık

Ülkesinin İkinci Dünya Savaşından sonra bir İsviçre, belki bir Slovenya belki de Dubrovnik gibi özel olma fırsatını heba etmişti. İktidarı boyunca dağlara "Ulus-Parti-Enver" diye ismini yazdırmış; giderek faşizan tavırlar sergiliyordu. Tüm komünist liderler gibi ırkçıydı. Ülkedeki ödül ve cezalar kan bağına bağlıydı. Bu nedenle rejime karşı işlenen suçlar bireysel olarak görülmemiş ve her suçlunun üç nesil akrabaları da aynen cezalandırılmıştır. 1967'de ateizmi devlet dini haline getirip ülkesinin "dünyanın ilk ateist devleti" olduğunu ilan etmiştir. Ayrıca kişi ve yerleşim yeri adlarını dinsel etkilerden arındırmaya çalışmış ve ülkedeki tüm cami, türbe ve dini kurumları yıktırmış veya spor salonuna çevirtmiştir.
25 bin kişiyi idam ettirmiş veya öldürtmüş, sayısız insanı çalışma kamplarına ve işkencehanelere göndermiştir. Başta komşuları olmak üzere bütün dünya ile kavga etmiş; ülkeyi Avrupa'nın göbeğinde, Avrupa'nın en yoksul ülkesi haline getirmiştir. Araba, daktilo, Tv ve sakal tamamen yasaklanmış; bisiklet kullanmak ise özel izne bağlanmıştı. Her akşam haber bültenini sunan spiker haberlere: "İyi akşamlar Enver Hoca" diyerek başlıyordu. Çünkü sadece haber bültenini o seyrediyordu. Başka hiç kimsede Tv yoktu. Ülkede devlet televizyonunun düzenlediği şarkı festivalinin kalitesini ve şarkıların temasını beğenmeyince yapımcılarının çoğunu sürgüne göndermiş, bazılarına müebbet hapis cezası verdirmişti.

İnkisar-ı Hayal

Eğer biri yurtdışına devlet görevlisi olarak çıkarsa, ailesi o gelinceye kadar hapishanede rehin tutuluyordu. İmam Elvin Efendi ile beraber cami bahçesinden sandıklar içinde kitaplar çıkarmıştık. Korkudan gömülmüştü bu kitaplar. Bir enam, bir vird kitabı ve el yazması bir Mevlüt kitabı hala bende saklıdır. Üsküdar'da doğmuş, İstanbul aksanı ile konuşan Nermin ninenin söylediğine göre Müslim, Gayr-i Müslim tüm kadınlar peçeli geziyorlarmış ülkede.

Bir gün 3 kişi hacca gitmek ister. Lakin yurtdışına çıkışlar tamamen yasaklanmıştır. Adaylar, hac için tüm başvuruları yaparlar; dilekçeler Enver'in eline ulaşır. Onları yanına çağırarak ne yapacaksınız siz orada diye sorar. Hacılar: "Üç ay kalacaklarını ve ibadet edeceklerini" söylerler. Enver, isteklerini kabul ettiğini adaylara bildirir. Adaylar hazırlanır, eşe dosta veda edip yola çıkarlar. Başkente geldiklerinde ise; yol bir anda biter ve gerçekler ortaya çıkar. Enver, hac yolcularını üç ay orada ibadet etmek yerine; üç ay kendi ülkelerinde, kadın erkek demeden demir yolu işçiliği sürgününe yollar.

Çağdaş Firavun mı? Gargamel mi?

Altin isimli güzel bir dostum var. Sağ göz bebeğinde bir alacalık vardı. Sormuştum; "bu nasıl oldu?" diye. Enver 1976 senesinde kan kanserine yakalanmıştı. Taze bebek kanı ihtiyacı vardı. O yıl doğan çocukların ailelerine bebeğiniz ölü doğdu denip; uygun bebeklerin kanı Enver'e veriliyordu. Altin'in ailesi böyle bir felaketten kaçmak için annesini saklamışlar ve Altin bir mağarada doğmuş. Bebekliği orda geçmişti. Annesi kendisini yalnız bıraktığı bir sırada da gözüne diken batmıştı.

1981'de rejimin iki numaralı adamı başbakan Mehmet Sheyhu'yu öldürtmüş kendisi 1985'de ölmüştür. Enver birçok suikast girişiminden kurtulmuş fakat ecelden kurtulamamıştır. Bir evde cenaze töreninin video kaydını seyrettirmişlerdi. Tüm halk cenazenin konduğu katafalktın önünden gözyaşları içinde geçiyordu. Ev sahibesi kendileri çıkınca ekrana "işte bu biziz" demişti, kendileri geçiş yaparken. Peki dedim: "Enver ölünce korku devam mı ediyordu?" Verdikleri cevap çok enteresandı: "Biz öldüğüne inanmadık ki! Onu ölümsüz görüyorduk" dediler.

Ölümünün ardından kendisi için yapılan anıt mezara konsa dahi, daha sonra mezarı 1992 senesinde küçük yerel bir mezarlığa nakledilecek kadar kendisinden nefret edilmistir. Kendisine yapılan anıt mezar ise sonradan spor salonuna çevrilmiştir. Şu anda kendisini hatırlayan çok az insan vardır. Bazı eski tüfek Maocu ve Stalinci dışında seveni de yoktur.

Başkentteki blok bolgesindeki sarayı devlet konukevi olarak resmi davetler için kullanılıyor. Cumhuriyet muhafızları tarafından korununan malikanesi ise ne yazık ki halka açık değil. Ancak özel bir izinle gezilebilen malikane o yılların koşullarına göre epey lüks desek abartmış olmayız. Bütün evi gezmek yaklaşık bir saat sürüyor. Bütün ülke yoksulluk içinde yaşarken, Enver'in ve ailesinin yaşadığı malikane bir devrin özeti gibi...

Son Söz

Hezeyanlı gelgitlerle ülkeyi yok olmanın eşiğine getiren Enver Hoca'nın çağdaşı Belçikalı çizer Pierre Culliford'dan etkilendiğini düşünüyorum. Mantara benzeyen Bunkerler, komün hayat ve zihinlere konmuş blokaj bana garip kalmış ülkemi hatırlatıyor. Şartlanmış zihinler her akşam Tv başına toplanıyor. Tv’den yayılan nükleer sızıntı; kimini coşturuyor, kimini uyuşturuyor, kimi melankolikleri de romantikleştiriyor.

İyi Akşamlar Enver Hoca!  


Yine lafın hepsini söylemedik, anlayışlara havale ettik.