Hocaefendi’ye ve Hizmete Yapılan Eleştirilere Tarihî Perspektiften Bir
Bakış
Görünen o ki Hizmet hakkında ve özellikle Hocaefendi hakkında son günlerde
eleştiri vadisinde yazılıp çizilenler bu işe gönül vermiş önemli bir kesimi
rahatsız ediyor. Yıllardır bu tür yazı ve eleştirileri dine ve dindarlara karşı
mesafeli kesimlerden duymaya alışmış ve aşılanmıştık; fakat kendi bünyemizden
çıkan, bu tür yıkıcı ve insafsız eleştiriler ister istemez suskunluğumuzu
bozduruyor. İçten gelen bu yeni saldırılar biraz bağlamından kopmuş
düşüncelerin, biraz da eski hesapları açıp yüzleşme ihtiyacının ürünü gibi
görünüyor. Peşinen söyleyeyim ki lafım herkese değil; "Hocaefendi istifa
etsin" ve "Hizmet kendini lağvetsin" gibi müfrit düşünceleri
dile getirenleredir. Elbette ki hatalarımızı görüp ders çıkartmak ve hakaret
boyutlarına varmayan makul eleştirileri sabırla dinlemek Hizmet’in geleceği
açısından çok faydalı olacaktır.
Bütün bu can sıkıcı tenkitlerin yanında sevindirici olan bir şey var ki o
da bu kutsî davaya dair en ufak bir eleştirinin yapılamıyor olması.
Eleştirilerin hemen hepsi metotla ilgilidir ve metotlar da zamana ve zemine
göre değişebilir. Kesin olan bir şey var ki o da hizmetin bugünlere ve bu
boyutlara ulaşmasında Hocaefendi’nin müthiş karizmasının, çekim gücünün ve
kitleleri etkileyen cazibesinin tesiridir. Hiç şüphesiz, hizmet fertleri
üzerinde Hocaefendi’nin etrafında halelenen ilk neslin de benzer bir etkisi
vardır. Sonradan halkaya katılanlar içinde de benzer tesire sahip olanlar
vardır. Mahruti bir gözle bakıldığında, tüm bu yıpratma ve karalama
kampanyalarının, bu karizma ve cazibeyi ortadan kaldırmayı ve ardından hizmeti
tespih taneleri gibi dağıtmayı hedeflediği görülmektedir.
Şurası inkar edilemez ki son dört beş yılda yaşananlar; hizmetin sevk ve
idaresinde kritik mevkileri tutanları çok yıprattı ve neredeyse tüm kredilerini
tüketti. Bunda aldıkları kararların, ilettikleri raporların, kriz yönetimine
dair hiçbir planlarının olmamasının ve basiretsizliğin büyük tesiri oldu.
Hocaefendi’nin yakınında bulunan, has dairedekileri yıpratan meseleler ise çok
daha farklı. Şimdilik bu konulara girmeyeceğim. Asıl mesele Hocaefendi’nin
bizzat kendisi, onun sağında solunda bulunan idare-i maslahatçılar, kendisi ile
istişare edilenler, yakın duranlar, ulaşamayanlar ve ulaşılamayanların
arasındaki iletişim veya bağdır. Amansız ve insafsız bir şekilde eleştiride
bulunanlar, bu bağı ve bağlılığı ortadan kaldırmak istiyorlar.
Tarihi perspektif
Son olayları tarihi perspektiften bakarak değerlendirmenin daha aydınlatıcı
ve yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Çünkü Mehmet Akif’in dediği gibi tarih
tekerrürden ibarettir. İbret alındığı takdirde aynı hataları yapma ihtimali ya
yoktur veya çok azdır. Müşrikler Uhud’a büyük bir planla gelmişler ve
planlarını da kısmen gerçekleştirmişlerdi. Savaş sonunda Ebu Süfyan'ın dağın
eteğine gelip: “Muhammed (sav) hayatta mı? Ebû Bekir yaşıyor mu? Ömer yaşıyor
mu?” demesi boşuna değildi. Çünkü yaptıkları planın hedefinde öncelikli olarak
Efendimiz’in (sav) ve etrafındaki lider kadronun öldürülmesi vardı. Bu durum,
bugün de aynen geçerlidir. Arif Nihat’ın dediği gibi Ebu Leheb de Ebu Cehil de
ölmüş değil. Devirler, coğrafyalar değişse de onlar gayeleriyle, fikirleriyle,
metotlarıyla yaşıyor ve benzer metotlarla veraset-i nübüvvetin sahiplerinin
karşısına çıkıyorlar. Bütün darbe dönemlerinde Hocaefendi’nin ve etrafındaki
has kadronun arananlar ve idamlıklar listesine alınması, kaldıkları yerlerin
“karargah”, “in”, “merkez üssü” gibi kavramlarla sunulması bunun en açık
delilidir.
Uhud Savaşı’ndan iki yıl sonra, müşrikler, Medine’ye doğru yürürken hiçbir
şeyi riske atmayacak şekilde sağlam bir hazırlık yapmışlar ve sürpriz bir
sonuca ihtimal vermeden meseleyi kökünden halletmeye karar vermişlerdi.
Hicretin ardından beş yıl geçmiş, Medine Vesikası ile Medine'de müslüman,
müşrik ve yahudilerden oluşan güçlü bir toplumun adımları atılmıştı. Önce bu
ittifakı bozdular. Daha önce Medine’den çıkartılmış Beni Nadir kabilesinin
lideri Huyey b. Ahtab'ın projesi idi.
Bu konudaki kararlılıklarını göstermek için Mekke'de toplanıp Kabe'ye
ellerini yaslayıp "Efendimizi ve müslümanları yok etmeye" yemin
ettiler. Ardından çölde ne kadar kabile varsa Medine'ye topladılar. Bu birliğe
Kureyş, Gatafan, Fezâre, Süleymoğulları, Esedoğulları, Mürreoğulları, Ehabiş,
Kinâne ve Sakîf gibi Arap kabilelerinin yanı sıra Benî Nadîr ve Benî Kurayza
gibi yahudi kabileleri de katıldı. Tabii bir de bunlara kalbinde imanın
oturaklaşmadığı münafıkları da eklemeliyiz. Hendek Savaşı’nın hususiyeti tek
veya belli bir düşmana karşı değil o gün itibariyle Arap yarımadasındaki tüm
karşıt güçlere karşı yapılmasıdır. Kuran bu savaşa, düşman cephenin
hususiyetini nazara vererek "Ahzab" diyor, yani birleşik güçler.
Tarih kitaplarının bize bildirdiğine göre sayıları 24.000'ni buluyordu ki bu, o
gün için hiç de azımsanamayacak bir rakamdı.
İstişarenin neticesi
Her şeye rağmen, düşmanın gücü ve çokluğu mü’minleri yıldırmamıştı. Daha
savaşın başında, yapılan istişarede yeni Müslüman olmuş Selman-ı Fârisî’nin
şehrin etrafına hendekler kazılması teklifi makul bulunarak kabul görmüştü.
Yani Allah Resulü de has dairesindekiler de Mecusilere ait bilgiyi, tecrübeyi,
bir hikmet olarak görmekte ve kullanmakta hiçbir beis görmemişlerdi. Bilakis
böyle makul ve orijinal bir fikre değer vermişlerdi. Bundan her devrin
Müslümanları gibi bizim de alacağımız dersler vardır. Mesela; düşmana karşı her
zaman yeni bir taktikle çıkılması gerektiği ve istişare ile alınan kararların
güzel neticeler vereceği gibi.
“Müminler saldıran o birleşik
kuvvetleri karşılarında görünce: “İşte bu, derler, Allah ve Resulünün bize vaad
ettiği zafer! Allah da, Resulü de elbette doğru söylemişlerdir.” Müminlerin,
düşman birliklerini görmeleri onların sadece, iman ve teslimiyetlerini
artırdı.” Ahzab, 22
Münafıklar
O günün şartları içinde, o kadar az bir toplulukla, o kadar kısa bir
zamanda, Medine’nin etrafında o çapta büyük hendeklerin açılmasını, bugün bile
anlamakta zorlanıyoruz. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki çok küçük ve kuvvetsiz
topluluklarla, büyük projeler azim, tanzim-i mesai ve taksim’ül-a’mâl
kaidelerine riayetle çabucak halledilebilir. Bir lider olarak Efendimiz’in
(sav) hendek kazma aşamasında hendeğin başından hiç ayrılmaması ve ashabıyla
birlikte kazma işine iştirak etmesi de çok dikkat çekicidir. Fakat burada bir
hususu hatırlatmadan da geçemeyeceğim. Hendek kazma işinin yoğun bir şekilde
devam ettiği günlerden birinde Efendimiz (sav), hiçkimsenin kıramadığı bir
kayayı parçalamak üzere manivelayı eline alır ve üç vuruşta o sert kayayı parça
parça eder ve herbir parçasını kırarken de ümmetinin istikbalde
gerçekleştireceği büyük fetihler adına müjdeler verir. Fakat itimatları ve
imanları sarsık olan münafıklar, Cebrail’in murakabesi altında vaadde bulunan
nebiye inanmak yerine onunla ve müminlerle alay etmeyi tercih ederler. Hatta
Abdullah b. Ubey ibni Selül: "Abdest bozmaya evinize gidemiyorsunuz, size
Yemen'den, İran'dan ve Rum'un saraylarından bahsediyor" der. Kuran,
onların içlerinde sakladığını yani daha ağırını haber verir. Münafıkların kendi
aralarında "boş laf bunlar" dediklerini söyler.
"İkiyüzlüler ve kalblerinde hastalık olanlar: 'Allah (c.c) ve
peygamberi bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." Ahzab, 12
Bir de kalbinde hastalık olanlardan bahsediyor ayet.
Kalplerinde hastalık olanlar
"İçlerinden birtakımı da: 'Ey Medineliler! Tutunacak dalınız yok, geri
dönün!' demişti. Bir diğerleri de, peygamberden: 'Evlerimiz düşmana açıktır.'
diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, kaçmak istiyorlardı."
Ahzab, 13. Daha savaş başlamadan Hendek kazılırken ki ahval bu idi.
"Eğer Medine'nin etrafından üzerlerine varılmış olsa, sonra da
kendilerinden fitne çıkarmaları istense, hemen buna teşebbüs eder ve derhal
yapmaktan geri kalmazlardı." Ahzab, 14
Ok yağmuru
Medine’yi kuşatmaya gelen Ahzab ordusu, hiç ummadığı bir şekilde hendeği
görünce şaşırıp kalır. Efendimiz (sav) karargahının kurulduğu yerde hendeği az
dar yaptırmıştı. Bununla muhtemelen saldırıları bir noktaya toplamayı ve
püskürtmeyi amaçlamıştı. Karargahının kurulduğu Sel' dağına Efendimiz (sav)
için bir de Türkmen çadırı kurulmuştu. Arap'ların o gün için pek bilip
kullanmadığı bu çadır deve derileri ile kaplanarak muhkem hale getirilmişti.
Aradaki hendekten ötürü müthiş bir ok yağmuruna tutulan Efendimiz (sav) bu
çadır sayesinde emniyette kalmıştı. Ok yağmurunun şiddetini anlayabilmek için
şunu da bilmek gerekir. Aralıksız süren ok yağmuru sebebiyle dört vakit namaz
kılınamamış kazaya bırakılmıştı. Bugün olduğu gibi o gün de en büyük hedef,
liderdi ve onun özenle korunması gerekiyordu. O günü Kuran şöyle anlatıyor.
"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler dönmüş,
yürekler de ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde
bulunuyordunuz." Ahzab 10
Konumun hakkını vermek
Ahzab ordusunun içinde Mekke müşriklerinden "Arab'ın bin askerine
bedel" denilen Amr b. Abdivud denen bir adam da vardır. Bedir'e ve Uhud'a
katılamadığı için içi kin ve intikamla doludur. Yaşının çok ileri olmasına
rağmen çok dinçtir. Hendeğin dar yerinden atıyla bir sıçrayışta geçer ve
Efendimiz’i (sav) mübarezeye davet eder. Efendimiz (sav): "Kim bu adamın
karşısına çıkar" deyince o an bir tereddüt yaşanır. Bu tereddüdü gören Hz.
Ali "ben" demesine ragmen, Allah Resulü (sav) ona "sen
otur" der. Tekrar sorar: "Kim bu adamın karşısına çıkar" yine
kimseden çıt çıkmaz. Hz. Ali yeniden "ben" der ama yine "sen
otur" denilir. Üçüncü kez tekrar sorar: "Kim bu adamın karşısına
çıkar" yine kimseden çıt çıkmaz. Üçüncü defa Hz. Ali "ben"
deyince bu defa "Kalk Ya Ali" buyurur. "Kılıcını kuşan"
der. Hatta kuşanmasını bizzat kendi eliyle yapar. Sonra gözyaşları içinde
ellerini kaldırıp şöyle dua eder: "Allah'ım! Amcamı Uhud'da, amcamın oğlu
Ubeyde'yi Bedir'de kaybettim. Yanımda Ali'den başkası kalmadı. Ali benim son
yongam. Sen onu muhafaza eyle!" İşte durum buydu. Düşman liderin vücudunu
ortadan kaldırmaya ve adım adım hedefine ulaşmaya çalışıyordu. Kuran bu durumu
söyle özetliyor:
"İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya
uğratılmışlardı." Ahzab 11
Hızırlaşmak
Neden kimse bu adama karşı ayağa kalkmamıştı. Neden iki defa Hz. Ali yerine
oturtulmuştu. Öncelikle kimsenin cesaret edemediği o zor zamanda, Allah, Hz.
Ali’nin önünde kahramanlığın ve velayet kapılarının yolunu açıyordu. Tıpkı
Zülkarneyn Ordu'sunda düşmana tek başına karşı koyan Hızır'a açılan velayet
kapıları gibi. Peki Efendimiz (sav) neden önce onu çıkartmak istemedi? Bu
konuda iki şey söyleyebiliriz. İlk olarak efendimiz başkalarının çıkmasını
bekledi. Kendisinden bir şeyler yapması beklenenler vardı. İkinci olarak Amr,
Ebu Talib'in arkadaşı idi. Hz. Ali'ye hakaret edip moralini bozacağını düşünüyordu
ki mübareze öncesi Hz. Ali'ye bir sürü hakaret etmişti.
Sonuç
Son dört beş yıldır yaşanan hâdiseler göstermiştir ki kadimden bu yana
İslam’a ve mü’minlere düşmanlık devrededir. Hocaefendi’ye ve Hizmet’in şahs-ı
manevîsine düşmanlığı hayatlarının gayesi hâline getirenlerin en birinci gayesi
Hocaefendi’nin ve has talebelerinin şahsında Hizmet’in şahs-ı manevîsini
çürütmek, yıpratmak ve yok etmektir. Beşeriyet muktezası olarak yapılan ve
kasdî olmayan hataları Hocaefendi’ye ve umuma teşmil ederek yapılan ve tahrip
amacı güden yazıların, eleştirilerin, yorumların insafla, vicdanla ve iyi
niyetle bağdaşan hiçbir yanı yoktur. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği
gibi “Bir gemide 9 cani, bir masum olsa, o gemi hiçbir kanun-ı adaletle gark ve
ihrak edilemez.” Bugün bu eleştirileri yapanlar ise cani olduğu bile şüpheli
olan bir kişi için 9 tane masumun bulunduğu bir gemiyi batırıp kaptanını da
denize atmayı teklif ediyorlar. Tarih bize gösteriyor ki bu amansız kasırgalar
karşısında, geminin mürettebatına ve tayfalarına düşen şey; imanla, teslimle,
tevekkülle, sabırla, sebatla, tesanütle, istişareye riayetle, farklı metotlara
ve usullere açık olmakla ve kaptanın bilgi, tecrübe ve iyi niyetine itimatla
hareket etmek ve bunun aksi şekilde hareket edenlerle araya hendekler
kurmaktır.
Dr. Nazım ABASIYANIK