25 Kasım 2018 Pazar

"Gözler dönmüş, yürekler de ağızlara gelmişti." Ahzab, 10


Hocaefendi’ye ve Hizmete Yapılan Eleştirilere Tarihî Perspektiften Bir Bakış

​Görünen o ki Hizmet hakkında ve özellikle Hocaefendi hakkında son günlerde eleştiri vadisinde yazılıp çizilenler bu işe gönül vermiş önemli bir kesimi rahatsız ediyor. Yıllardır bu tür yazı ve eleştirileri dine ve dindarlara karşı mesafeli kesimlerden duymaya alışmış ve aşılanmıştık; fakat kendi bünyemizden çıkan, bu tür yıkıcı ve insafsız eleştiriler ister istemez suskunluğumuzu bozduruyor. İçten gelen bu yeni saldırılar biraz bağlamından kopmuş düşüncelerin, biraz da eski hesapları açıp yüzleşme ihtiyacının ürünü gibi görünüyor. Peşinen söyleyeyim ki lafım herkese değil; "Hocaefendi istifa etsin" ve "Hizmet kendini lağvetsin" gibi müfrit düşünceleri dile getirenleredir. Elbette ki hatalarımızı görüp ders çıkartmak ve hakaret boyutlarına varmayan makul eleştirileri sabırla dinlemek Hizmet’in geleceği açısından çok faydalı olacaktır.

Bütün bu can sıkıcı tenkitlerin yanında sevindirici olan bir şey var ki o da bu kutsî davaya dair en ufak bir eleştirinin yapılamıyor olması. Eleştirilerin hemen hepsi metotla ilgilidir ve metotlar da zamana ve zemine göre değişebilir. Kesin olan bir şey var ki o da hizmetin bugünlere ve bu boyutlara ulaşmasında Hocaefendi’nin müthiş karizmasının, çekim gücünün ve kitleleri etkileyen cazibesinin tesiridir. Hiç şüphesiz, hizmet fertleri üzerinde Hocaefendi’nin etrafında halelenen ilk neslin de benzer bir etkisi vardır. Sonradan halkaya katılanlar içinde de benzer tesire sahip olanlar vardır. Mahruti bir gözle bakıldığında, tüm bu yıpratma ve karalama kampanyalarının, bu karizma ve cazibeyi ortadan kaldırmayı ve ardından hizmeti tespih taneleri gibi dağıtmayı hedeflediği görülmektedir.
Şurası inkar edilemez ki son dört beş yılda yaşananlar; hizmetin sevk ve idaresinde kritik mevkileri tutanları çok yıprattı ve neredeyse tüm kredilerini tüketti. Bunda aldıkları kararların, ilettikleri raporların, kriz yönetimine dair hiçbir planlarının olmamasının ve basiretsizliğin büyük tesiri oldu. Hocaefendi’nin yakınında bulunan, has dairedekileri yıpratan meseleler ise çok daha farklı. Şimdilik bu konulara girmeyeceğim. Asıl mesele Hocaefendi’nin bizzat kendisi, onun sağında solunda bulunan idare-i maslahatçılar, kendisi ile istişare edilenler, yakın duranlar, ulaşamayanlar ve ulaşılamayanların arasındaki iletişim veya bağdır. Amansız ve insafsız bir şekilde eleştiride bulunanlar, bu bağı ve bağlılığı ortadan kaldırmak istiyorlar.

Tarihi perspektif
Son olayları tarihi perspektiften bakarak değerlendirmenin daha aydınlatıcı ve yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Çünkü Mehmet Akif’in dediği gibi tarih tekerrürden ibarettir. İbret alındığı takdirde aynı hataları yapma ihtimali ya yoktur veya çok azdır. Müşrikler Uhud’a büyük bir planla gelmişler ve planlarını da kısmen gerçekleştirmişlerdi. Savaş sonunda Ebu Süfyan'ın dağın eteğine gelip: “Muhammed (sav) hayatta mı? Ebû Bekir yaşıyor mu? Ömer yaşıyor mu?” demesi boşuna değildi. Çünkü yaptıkları planın hedefinde öncelikli olarak Efendimiz’in (sav) ve etrafındaki lider kadronun öldürülmesi vardı. Bu durum, bugün de aynen geçerlidir. Arif Nihat’ın dediği gibi Ebu Leheb de Ebu Cehil de ölmüş değil. Devirler, coğrafyalar değişse de onlar gayeleriyle, fikirleriyle, metotlarıyla yaşıyor ve benzer metotlarla veraset-i nübüvvetin sahiplerinin karşısına çıkıyorlar. Bütün darbe dönemlerinde Hocaefendi’nin ve etrafındaki has kadronun arananlar ve idamlıklar listesine alınması, kaldıkları yerlerin “karargah”, “in”, “merkez üssü” gibi kavramlarla sunulması bunun en açık delilidir.

Uhud Savaşı’ndan iki yıl sonra, müşrikler, Medine’ye doğru yürürken hiçbir şeyi riske atmayacak şekilde sağlam bir hazırlık yapmışlar ve sürpriz bir sonuca ihtimal vermeden meseleyi kökünden halletmeye karar vermişlerdi. Hicretin ardından beş yıl geçmiş, Medine Vesikası ile Medine'de müslüman, müşrik ve yahudilerden oluşan güçlü bir toplumun adımları atılmıştı. Önce bu ittifakı bozdular. Daha önce Medine’den çıkartılmış Beni Nadir kabilesinin lideri Huyey b. Ahtab'ın projesi idi.

Bu konudaki kararlılıklarını göstermek için Mekke'de toplanıp Kabe'ye ellerini yaslayıp "Efendimizi ve müslümanları yok etmeye" yemin ettiler. Ardından çölde ne kadar kabile varsa Medine'ye topladılar. Bu birliğe Kureyş, Gatafan, Fezâre, Süleymoğulları, Esedoğulları, Mürreoğulları, Ehabiş, Kinâne ve Sakîf gibi Arap kabilelerinin yanı sıra Benî Nadîr ve Benî Kurayza gibi yahudi kabileleri de katıldı. Tabii bir de bunlara kalbinde imanın oturaklaşmadığı münafıkları da eklemeliyiz. Hendek Savaşı’nın hususiyeti tek veya belli bir düşmana karşı değil o gün itibariyle Arap yarımadasındaki tüm karşıt güçlere karşı yapılmasıdır. Kuran bu savaşa, düşman cephenin hususiyetini nazara vererek "Ahzab" diyor, yani birleşik güçler. Tarih kitaplarının bize bildirdiğine göre sayıları 24.000'ni buluyordu ki bu, o gün için hiç de azımsanamayacak bir rakamdı.

İstişarenin neticesi
Her şeye rağmen, düşmanın gücü ve çokluğu mü’minleri yıldırmamıştı. Daha savaşın başında, yapılan istişarede yeni Müslüman olmuş Selman-ı Fârisî’nin şehrin etrafına hendekler kazılması teklifi makul bulunarak kabul görmüştü. Yani Allah Resulü de has dairesindekiler de Mecusilere ait bilgiyi, tecrübeyi, bir hikmet olarak görmekte ve kullanmakta hiçbir beis görmemişlerdi. Bilakis böyle makul ve orijinal bir fikre değer vermişlerdi. Bundan her devrin Müslümanları gibi bizim de alacağımız dersler vardır. Mesela; düşmana karşı her zaman yeni bir taktikle çıkılması gerektiği ve istişare ile alınan kararların güzel neticeler vereceği gibi.

 “Müminler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce: “İşte bu, derler, Allah ve Resulünün bize vaad ettiği zafer! Allah da, Resulü de elbette doğru söylemişlerdir.” Müminlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece, iman ve teslimiyetlerini artırdı.” Ahzab, 22

Münafıklar
O günün şartları içinde, o kadar az bir toplulukla, o kadar kısa bir zamanda, Medine’nin etrafında o çapta büyük hendeklerin açılmasını, bugün bile anlamakta zorlanıyoruz. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki çok küçük ve kuvvetsiz topluluklarla, büyük projeler azim, tanzim-i mesai ve taksim’ül-a’mâl kaidelerine riayetle çabucak halledilebilir. Bir lider olarak Efendimiz’in (sav) hendek kazma aşamasında hendeğin başından hiç ayrılmaması ve ashabıyla birlikte kazma işine iştirak etmesi de çok dikkat çekicidir. Fakat burada bir hususu hatırlatmadan da geçemeyeceğim. Hendek kazma işinin yoğun bir şekilde devam ettiği günlerden birinde Efendimiz (sav), hiçkimsenin kıramadığı bir kayayı parçalamak üzere manivelayı eline alır ve üç vuruşta o sert kayayı parça parça eder ve herbir parçasını kırarken de ümmetinin istikbalde gerçekleştireceği büyük fetihler adına müjdeler verir. Fakat itimatları ve imanları sarsık olan münafıklar, Cebrail’in murakabesi altında vaadde bulunan nebiye inanmak yerine onunla ve müminlerle alay etmeyi tercih ederler. Hatta Abdullah b. Ubey ibni Selül: "Abdest bozmaya evinize gidemiyorsunuz, size Yemen'den, İran'dan ve Rum'un saraylarından bahsediyor" der. Kuran, onların içlerinde sakladığını yani daha ağırını haber verir. Münafıkların kendi aralarında "boş laf bunlar" dediklerini söyler.

"İkiyüzlüler ve kalblerinde hastalık olanlar: 'Allah (c.c) ve peygamberi bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." Ahzab, 12 Bir de kalbinde hastalık olanlardan bahsediyor ayet.

Kalplerinde hastalık olanlar
"İçlerinden birtakımı da: 'Ey Medineliler! Tutunacak dalınız yok, geri dönün!' demişti. Bir diğerleri de, peygamberden: 'Evlerimiz düşmana açıktır.' diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, kaçmak istiyorlardı." Ahzab, 13. Daha savaş başlamadan Hendek kazılırken ki ahval bu idi.

"Eğer Medine'nin etrafından üzerlerine varılmış olsa, sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istense, hemen buna teşebbüs eder ve derhal yapmaktan geri kalmazlardı." Ahzab, 14

Ok yağmuru
Medine’yi kuşatmaya gelen Ahzab ordusu, hiç ummadığı bir şekilde hendeği görünce şaşırıp kalır. Efendimiz (sav) karargahının kurulduğu yerde hendeği az dar yaptırmıştı. Bununla muhtemelen saldırıları bir noktaya toplamayı ve püskürtmeyi amaçlamıştı. Karargahının kurulduğu Sel' dağına Efendimiz (sav) için bir de Türkmen çadırı kurulmuştu. Arap'ların o gün için pek bilip kullanmadığı bu çadır deve derileri ile kaplanarak muhkem hale getirilmişti. Aradaki hendekten ötürü müthiş bir ok yağmuruna tutulan Efendimiz (sav) bu çadır sayesinde emniyette kalmıştı. Ok yağmurunun şiddetini anlayabilmek için şunu da bilmek gerekir. Aralıksız süren ok yağmuru sebebiyle dört vakit namaz kılınamamış kazaya bırakılmıştı. Bugün olduğu gibi o gün de en büyük hedef, liderdi ve onun özenle korunması gerekiyordu. O günü Kuran şöyle anlatıyor.

"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler dönmüş, yürekler de ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz." Ahzab 10

Konumun hakkını vermek
Ahzab ordusunun içinde Mekke müşriklerinden "Arab'ın bin askerine bedel" denilen Amr b. Abdivud denen bir adam da vardır. Bedir'e ve Uhud'a katılamadığı için içi kin ve intikamla doludur. Yaşının çok ileri olmasına rağmen çok dinçtir. Hendeğin dar yerinden atıyla bir sıçrayışta geçer ve Efendimiz’i (sav) mübarezeye davet eder. Efendimiz (sav): "Kim bu adamın karşısına çıkar" deyince o an bir tereddüt yaşanır. Bu tereddüdü gören Hz. Ali "ben" demesine ragmen, Allah Resulü (sav) ona "sen otur" der. Tekrar sorar: "Kim bu adamın karşısına çıkar" yine kimseden çıt çıkmaz. Hz. Ali yeniden "ben" der ama yine "sen otur" denilir. Üçüncü kez tekrar sorar: "Kim bu adamın karşısına çıkar" yine kimseden çıt çıkmaz. Üçüncü defa Hz. Ali "ben" deyince bu defa "Kalk Ya Ali" buyurur. "Kılıcını kuşan" der. Hatta kuşanmasını bizzat kendi eliyle yapar. Sonra gözyaşları içinde ellerini kaldırıp şöyle dua eder: "Allah'ım! Amcamı Uhud'da, amcamın oğlu Ubeyde'yi Bedir'de kaybettim. Yanımda Ali'den başkası kalmadı. Ali benim son yongam. Sen onu muhafaza eyle!" İşte durum buydu. Düşman liderin vücudunu ortadan kaldırmaya ve adım adım hedefine ulaşmaya çalışıyordu. Kuran bu durumu söyle özetliyor:

"İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı." Ahzab 11

Hızırlaşmak
Neden kimse bu adama karşı ayağa kalkmamıştı. Neden iki defa Hz. Ali yerine oturtulmuştu. Öncelikle kimsenin cesaret edemediği o zor zamanda, Allah, Hz. Ali’nin önünde kahramanlığın ve velayet kapılarının yolunu açıyordu. Tıpkı Zülkarneyn Ordu'sunda düşmana tek başına karşı koyan Hızır'a açılan velayet kapıları gibi. Peki Efendimiz (sav) neden önce onu çıkartmak istemedi? Bu konuda iki şey söyleyebiliriz. İlk olarak efendimiz başkalarının çıkmasını bekledi. Kendisinden bir şeyler yapması beklenenler vardı. İkinci olarak Amr, Ebu Talib'in arkadaşı idi. Hz. Ali'ye hakaret edip moralini bozacağını düşünüyordu ki mübareze öncesi Hz. Ali'ye bir sürü hakaret etmişti.

Sonuç
​Son dört beş yıldır yaşanan hâdiseler göstermiştir ki kadimden bu yana İslam’a ve mü’minlere düşmanlık devrededir. Hocaefendi’ye ve Hizmet’in şahs-ı manevîsine düşmanlığı hayatlarının gayesi hâline getirenlerin en birinci gayesi Hocaefendi’nin ve has talebelerinin şahsında Hizmet’in şahs-ı manevîsini çürütmek, yıpratmak ve yok etmektir. Beşeriyet muktezası olarak yapılan ve kasdî olmayan hataları Hocaefendi’ye ve umuma teşmil ederek yapılan ve tahrip amacı güden yazıların, eleştirilerin, yorumların insafla, vicdanla ve iyi niyetle bağdaşan hiçbir yanı yoktur. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Bir gemide 9 cani, bir masum olsa, o gemi hiçbir kanun-ı adaletle gark ve ihrak edilemez.” Bugün bu eleştirileri yapanlar ise cani olduğu bile şüpheli olan bir kişi için 9 tane masumun bulunduğu bir gemiyi batırıp kaptanını da denize atmayı teklif ediyorlar. Tarih bize gösteriyor ki bu amansız kasırgalar karşısında, geminin mürettebatına ve tayfalarına düşen şey; imanla, teslimle, tevekkülle, sabırla, sebatla, tesanütle, istişareye riayetle, farklı metotlara ve usullere açık olmakla ve kaptanın bilgi, tecrübe ve iyi niyetine itimatla hareket etmek ve bunun aksi şekilde hareket edenlerle araya hendekler kurmaktır.

Dr. Nazım ABASIYANIK