4 Ekim 2016 Salı

Ashab-ı Uhdud

Ashab-ı Uhdud


Zindanda bulunan Ali Bulaç'a; Naneli Çayın Efendisin'e Elleri arkadan kelepçelenip tezyif edilen Hemşirelerim'e, ve diğer mazlumlara ithafen.


2016 yazıydı. Her yandan gelen soğuk haberlerle ruhumuzu donduran bir yazdı. Bedenler yanarken yürekler soğuktan titriyordu. Ortasında Temmuzun silahlar sıkılmış, kan akıtılmış, izler birbirine karışmıştı.   Mabetler kirletilmiş, hatiplerin ağızlarından bela ve küfür yayılıyordu etrafa. Daha ilk dakikadan suçlu bulunup ilan edilmişti bile. Yalanlar şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte idi. Halk kitleleri bu yalanlara gerçektir diyerek inanıyordu. Memleketin en meşhur hatipleri meydanlarda yerini alıyor, salyalarını çeke çeke nahoş edaları ile arz-ı endam ediyorlardı. 

Zihinlerde blokaj oluşturacak sloganlarla, büyük bir kirli propaganda yürütülüyordu. Kitleler bu kirli propaganda mekanizması ile harekete geçiriliyor, oluşturulan kara deliğe herşey boca ediliyordu. Düşmanlar bile tek tek dost ediniliyor, düşman teke düşürülüyordu. Zihinler aynı yöne odaklansın isteniyordu. 

Ardından görülmemiş zulüm başladı her yanda. Zulüm ki görülmemiş zulüm başladı birden bire. Üniversiteler, okullar, yurtlar kapatıldı birbir. Hastaneler, sendikalar, vakıflar, dernekler nasibini aldı peşinden. Derken mallara çökülmeye başlandı, işten kovmalar, uzaklaştırmalar, ihraçlar peş peşe geldi. Hatipler, yiyin! Yiyin bunlar helal size! Ganimet bunlar, diyorlardı. Hapishaneler boşaltıldı, yenileri konabilsin denilerek. Kadın, erkek, çoluk-çocuk ayrımı yapılmadan kelepçelendi gözler önünde. Gazeteciler, yazarlar, masum öğretmenler, doktorlar, hakimler, savcılar, işadamları darbe ve darbecilik sebeb gösterilerek bir bir içeri alındı. 
 
Azab, şiddet ve işkencelerin neticesinde, inleme sesleri geliyordu, yurdun dört bir tarafından. Kadınlar da nasibini alıyordu bundan. Erkeklerle aynı nezarethanelere konuyor, elleri arkadan kelepçeleniyordu. Herkes bir araya gelmekten çekiniyordu. 

Ruh Çekildi Şehirlerden 
Uçağımız havalandığında şehre tepeden baktım da; içim burkuldu. Vardığım şehre de baktım, aynı duyguyla tekrar irkildim. Şehre, şehirlere baktım da ruhları çekilmiş gibiydiler. Allah'ın adının anılmasına müsaade edilmiyordu artık. Daha yüzlerce şehir de aynı durumda idi. Her gece Allah adını anmak için bir araya gelen gönüllerin, mecruh gönüllerin çekilmesi ile şehirlerden; ruh çekilmişe benziyordu. Gök, indirmiyor, yer bitirmiyordu. Kalpler bir araya gelemiyor, sineler toplu çarpamıyordu. 

Göğe baktım, süslü göğe yeniden, ayın on dördü, nafile nurlu kamer pırıltısı yerine, gri bir ışık hüzmesi aydınlatıyordu gecemizi. Güneş aydınlattı dünyamızı birden, lakin bu yaz gününde ışıkları, grileşen hüzmelerle geliyordu. Dünya burçtan burca doğru yol alırken, insanlığın kaderine doğru yol alıyordu. Gökte takım yıldızları, zodyak kuşağında yol alırken aylar geçiyordu. Bir anda zihnimden ve dudaklarımdan Büruc suresi dökülmeye başladı.

وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ
وَالْيَوْمِ الْمَوْعُودِ
وَشَاهِدٍ وَمَشْهُودٍ
1. Burçlarla süslü göğe and olsun! 
2. Geleceği vâd olunan kıyamet gününe and olsun! 
3. Şahid olana, görene ve meşhûda, görülene de and olsun: 

Burç: görünen şey, görünmek, açığa çıkmak, yüksekte olmak gibi anlamları gelir. Allah Teala gökteki burçlara yemin ediyor. Burçları gördüğünüz gibi gelecek kıyamet gününü de göreceksiniz, demek istiyor. Yüksekliklerinden dolayı, uzaktan görünen hisar ve kalelere de burç denir. Gökdelenlere Arap'lar burç diyorlar. Batı toplumunda; burjuva sınıfı, tarihsel manasını bu kelimeden alıyor. Zenginleşen, köyden kentten uzak, yoksuldan ve yoksulluktan uzak yaşam sürdürülen yerlere de burg diyorlar. Hamburg, Petersburg, Strazburg gibi şehirler ismini bu kökten alıyorlar. 

Burçlar insan hayatına etkiler ediyor. Bu doğrudan bir etki olmasa bile, gök cisimlerinin, gıdaların ve diğer nesnelerin etkisi gibi bir etkidir. İnsan psikolojine etkisi doğrudan olmasa bile bu etki tartışılmazdır. Bu etki ise bizzat Allah'tandır. 

Hesap Gününü Göreceksiniz
Bu ayetlerde Allah Teala üç şeye yemin ediyor. Burçlarla süslü göğe, vadedilen, herşeyin hesabının görüleceği kıyamet gününe yemin ediliyordu. Kuran'ın ilk nazil olmaya başladığı Mekke günleri geldi aklıma. Eza cefa, işkence altında inleyen bir avuç mümine ahiretten ümit saçan günler... Müşrikleri cehennem ve azabı ile korkutan günler geldi aklıma. Kötülük işleyenler, cehennemde azaplandırılacaklar. İyilik yapanların ise cennetle ödüllendirileceğinin haber verildiği günler... Ve Allah, şahid olana ve şahid olanın gördüğüne yemin ediyor üçüncü olarak. Şahid nedir? Meşhud nedir? Bilemeyiz Allah bilir! Şahid; Allah Teala'nın bizzat kendisi midir? Peygamber'i midir? Melek'leri midir? Meşhud; görülen, Allah Teala'nın tüm yarattıkları mıdır? Kötülüğü yayan kötü kullar mıdır? Bilemeyiz! Ama şu kesin ki: göğü tüm berraklığı ile gördüğünüz gibi, ahirette bir hesap günü gelip sizi bulacaktır. Bunu hesaba çekilenlerin hepsi görecektir. 

قُتِلَ أَصْحَابُ الْأُخْدُودِ 
النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ
إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ
وَهُمْ عَلَىٰ مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ
وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلَّا أَنْ يُؤْمِنُوا بِاللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ وَاللَّهُ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

4. Kahrolsun, Ashab-ı Uhdud! 
5. Onlar ki, tutuşturulmuş ateşle dolu hendekler hazırladılar. 
6. Kahrolsunlar! Hani onlar ateşin başında otururlardı. 
7. Müminlere yaptıklarını acımasızca seyrederlerdi. Seyredenler de kahrolsun! 
8. - 9. Onlardan, yalnızca "üstün ve güçlü olan" övülen Allah'a İman ettiklerinden dolayı intikam alıyorlardı. Ki Allah göklerin ve yerin mülkü onundur. Allah, her şeyin üzerinde şahid olandır. 

Ashab-ı Uhdûd Kimdir?
Ashab-ı Uhdûd’un kimler olduğu, ne zaman ve nerede yaşadığı hakkında kesin ve net bir bilgi yoktur. Kuran bahsettiğine göre, devrin Mekke insanı Ashab-ı Uhdud'dan haberdardır. Bu bölgede meydana geldiği kesindir. Kur’an bu hadiseyi yer, zaman ve fâillerini belirtmeden zikrettiğine göre; belli bir dönem ve belli insanlarla sınırlı kalmayıp, tarih içinde çeşitli tarzlarda tekrarlanan işkencenin, işkencecilerin ve işkence görenlerin ortak adı olmuştur; Ashab-ı Uhdud. 

Efendimizden yaklaşık yetmiş yıl önce cereyan eden bu hadise; Mekke'nin güneyinde Necran yakınlarındadır. Necran hrıstiyanlarına Yahudi kral, Yusuf Zünuvas b. Şürahbil zulm ediyordu. İnananlara kırbaçlarla işkence ettirip, hendeklere doldutturup yakıyorlar ve karşısına geçip seyrediyorlardı. Hendeklerde yakılan insan sayısının yirmi bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu hendeklerin kalıntıları Suudi Arabistan'ın Necran şehri yakınlarında halen durmaktadır. Hendeklerde halen, yakmak için kullanılan kömürler durmaktadır. 

Hadd, çoğulu “uhdûd” olarak adlandırılan uzunlamasına ve derin hendekler, çukurlar, kanallar kazdırılmış ve içlerine büyük ateşler yakılmıştı. Zalim kral Allah’a imanda ısrar edenleri işkenceden geçirtir, sonra da ateşe attırırdı. Zalim ve avenesi, insanlıktan öylesine çıkmışlardı ki, hendeğin etrafına oturur yaptıkları bu vahşeti zevkle seyrederlerdi. Kamçı ile dövülen kimselerin bedenlerinde yol yol morartı meydana getiren kamçı izlerine de had ve Uhdud denir. Bu insanların hendeklere atılıp yakılmadan önce işkence gördükleri anlaşılıyor. 

Bazı müfessirlerimiz bu hâdiseyi Hazreti İsa'nın ümmeti içinde, bazıları ise Hazreti İsa'dan evvel cereyan etmiş gibi gösterirler. İster Hazreti Musa’nın, isterse Hazreti İsa'nın ümmeti içinde olsun durum fark etmeyecektir. 

İşte Ashab-ı Uhdud’dan da bahseden Burûc Sûresi bu münasebetle, nazil olmuştu. Bu Surede, Kur’an-ı Kerim, hendekler içinde ateşler yakarak inananları içine atıp sadistçe seyreden o günün Neronları’nın vahşetinden bahsetmekte ve aynı zamanda İslâm milletlerini tahakkümleri ve tasallutları altına alan istismarcı müstemlekecileri de işaret etmektedir.

Nuzul Sebebi 
Habbab İbn Eret, Allah Resûlü’nün Ashab-ı Uhdûd’dan şöyle bahsettiğini anlatır: “Mekke’de eza ve cefa doruğa ulaşmıştı. Bütün ashab inim inim inliyordu. Bir gün Yâsir, dolu dolu gözlerle Allah Resûlü’nün yanına giderek çektiği eza ve cefaları anlattı. Bunun üzerine Allah Resûlü, "Sabredin ey Yâsir ailesi!" buyurdu.”
Hazreti Ebû Bekir bile yediği yumruklar karşısında ماَ أَحْلَمَكَ يا ربنا  “Ne kadar halîmsin ki yâ Rabbi, kâfirlere mehil üstüne mehil veriyorsun.” diyordu. Ancak bu nidalara henüz cevap gelmiyordu. Habbab diyor ki; “İşte böyle eza ve cefa tahammül edilemeyecek bir hâl almıştı ki, Allah Resûlü’nün yanına gittim. O, Beytullah’ın gölgesinde bürdesine bürünmüş oturuyordu. ‘Yâ Resûlallah, dua etmez misin, Allah bizi bu eza ve cefadan halas eylesin!’ dedim. Bu dileğimden memnun olmadı. Kaşlarını çattı ve bana tenbih edalı bir tonla şöyle dedi: "Siz de eza ve cefaya mı maruzsunuz? Sizden evvel fert, inandığından dolayı alınırdı, hendeğin içine atılırdı. Testere ile ortadan kesilirdi. Sonra da demir taraklarla eti kemiğinden ayrılırdı da o kişi dininden dönmezdi. Allah bu işi tamamlayacaktır ama siz acele ediyorsunuz. Gün gelecek herhangi bir kadın, San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına seyahat edecektir de kat’iyen tecavüz görmeyecektir." 

“Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.” Büruc suresi Mekke müşriklerinin Müslümanlara yaptıkları işkence ve eziyetler karşısında sabretmelerini ve zalimlerin akıbetini göstermek için nazil olmuştur. 

Hâbbab bin Eret
Ashab-ı Kirâm’ın ilklerinden Hâbbab bin Eret,  İslam dinini tercih ettiği dönemde, Müslümanlığı açığa vurmak, bir takım eza-cefa ve sıkıntıya razı olmak demekti. Buna rağmen Hazreti Habbâb, kimseden korkmadan Allah Rasulü’nden duyduğu yüce hakikatleri anlatmak için fırsat kolluyordu. Kendisi Ümmü Enmar lakaplı müşrike bir kadının kölesiydi. Demirciydi, kılıç yapardı, körükle Ateş yakar, vaktinin çoğunu ateşin başında geçirirdi. Arabistan'ın elli dereceyi aşan sıcağı ile körük ateşi birleşince çekilmez bir hal alırdı. 

Efendimiz Hz. Hâbbab'ı çok sever, zaman zaman yanına çağırır, hususi iltifatta bulunurdu. Bunu öğrenen kadın, kızgın demiri, Hazreti Habbâb’ın boynuna sürterek ona işkence yapıyordu. Daha sonra da henüz 15-20 yaşlarında bir genç olan bu büyük sahabi, boynuna kızgın demirler takılarak kavurucu güneşte bırakılmış, sırtına yakıcı taşlar konulmuş ve bu şekilde derisi eriyinceye kadar işkence edilmişti. Bu işkence türünü anlayabilmek için Arabistan şartlarını bilmek gerekir. Eğer çıplak ayakla çöl kumuna, toprağına, taşına temas ederseniz ayaklarınızın altı yanıp kavrulur. Gölgede muhafaza ettiğiniz metal eşyalarınıza bile el süremezsiniz, yakar. 

Fakat Hazreti Habbab onca ızdırap ve eziyet karşısında bir sabır ve sadakat âbidesi olarak dimdik durmuştu. Bir gün Hz. Habbâb, Efendimize, kendisini dağlayan Ümmü Enmar hakkında şikâyette bulunmuştu da Şefkat Peygamberi “Allahım Habbâb’a yardım et!” diye dua buyurmuştu. Daha birkaç gün geçmeden kadın, dayanılmaz bir baş ağrısına yakalanmıştı. Izdırabından feryâd u figân ediyor; sürekli kafasını yumrukluyordu. Nihayet, kendisine başına dağlama yaptırmasını tavsiye etmişlerdi. Ümmü Enmar, çaresizce Hz. Habbâb’tan istekte bulunmuş; o da uzun bir süre kızgın demir ile kadının başını dağlamıştı. Allah azze ve celale adeta mazlumun âhının yerde bırakılmadığını ve bazen ahirete de havale edilmeden zalimin misliyle cezalandırıldığını göstermişti.

Bir defasında Hazreti Ömer r.a., sahabe efendilerimize müşriklerden çektikleri sıkıntı ve ızdırabları sormuştu. Hazreti Habbab öne çıkarak, “Ya Emirelmü’minîn! Şu sırtıma bak!” demişti. Hazreti Ömer, Habbâb bin Eret’in sırtındaki yara izlerine nazar edince, hayretle “Bugüne kadar böylesini hiç görmemiştim!” mukabelesinde bulunmuştu. Hazreti Habbâb şunu söylemişti: “Müşrikler, benim için bir ateş yaktılar ve beni ateşin içine attılar. Bir adam ayağıyla göğsüme bastı. Ateş her yanımı sardı. İşte o ateşi, en sonunda, vücudumdan eriyen yağ ve sırtımdan akan kan söndürdü.”
HADİSLERDE ASHAB-I UHDUD 

Müslim, Tirmizî ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsnedi gibi hadis kitaplarında anlatılan Ashab-ı Uhdud hadisesi şu şekildedir: 

Hakikatten Ürkenler
Bir kralın bir büyücüsü vardır. Yaşı epeyce ilerleyen büyücü, krala: “Ömrüm sona yaklaştı. Bana bir genç ver de ona büyü öğreteyim.” der ve kralın kendisine verdiği gence büyü öğretmeye başlar. Fakat büyücü ile krala giden yolun ortasında bir rahip vardır ve genç bir gün o rahibin yanına uğrar. Rahibin anlattığı şeyler; büyücünün anlattıklarından, gencin daha çok hoşuna gider. 

Birgün halkın gittiği yol üzerine korkunç bir canavar çıkar. Genç yerden bir taş alır ve: “Allah’ım, eğer sen rahibin yaptıklarını büyücünün yaptıklarından daha çok seviyorsan bu hayvanı öldür, insanlar yollarına gitsinler.” diyerek taşı atar. Canavar ölür, insanlar da yollarına giderler. Genç bu olayı rahibe anlatınca, rahib: “Oğlum, sen şimdi benden üstünsün. Bundan ötürü imtihan edilebilirsin. İmtihan anında beni ele verme.” der. Zamanla bu gençten harikulâde hâller zuhur etmeye başlar; derken etrafında bir cemaat teşekkül eder. Her devirde olduğu gibi o devirde de hak ve hakikatten ürkenler vardır. 

Gün geçtikçe bu genç daha bir seviye kazanır ve meşhur olur; öyle ki körleri, sedef hastalarını ve diğer hastaları iyileştirmeye başlar. Derken, birgün kralın âmâ olan bir nedimi de kendisini iyileştirmesi için gençten istekte bulunur; gencin ona karşı cevabı: “Ben kimseyi iyi edemem, ancak Allah iyi eder. Eğer Allah’a inanırsan, O sana şifa verir.” şeklinde olur. İyi olan nedim, kralın yanına gidince, kral hayret eder ve bunu kimin yaptığını sorar. Nedim de, “Rabbim iyi etti.” diye cevap verir. Kralın, “yani ben mi?” sorusuna ise, “Hayır, benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah.” cevabını verir. Kral, “Senin benden başka Rabbin mi var?” diye nedime çıkışır ve ona eziyet etmeye başlar. 

Bir Ölüp Bin DirilenYiğit
Yapılan işkenceye dayanamayan nedim, sonunda gencin ismini söyler. Kral, bu genci çağırtıp ondan da aynı cevabı alınca, ona da işkence etmeye başlar ve bu fikrin rahipten çıktığını öğrenir. Kral üçünü de çağırarak dinlerinden dönmelerini ister ve onları ölümle tehdit eder. Bunlar inançlarında ısrar edince, rahibi de, nedimini de testereden geçirir; gence gelince, onu da yüksek bir dağdan aşağıya atmaları için adamlarına teslim eder. Ne var ki çocuk, “Allah’ım, beni bunlardan kurtar.” diye dua edince, dağ sarsılır ve kralın adamları aşağı yuvarlanır. Adamlardan kurtulan genç de, tekrar kralın yanına gelir ve adamlarının başına gelenleri anlatır. 

Kral, bu kez genci başka adamlarına teslim eder ve eğer dininden dönmezse onu denizin derin bir yerine atmalarını emreder. Genç, duasıyla onlardan da kurtulur ve krala gelerek, söylediklerini yapmadığı sürece kendisini öldüremeyeceğini bildirir. Ardından da halkını bir yere toplayıp, kendisini bir dala asmasını, sonra da torbasından bir ok çıkararak, “Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla.” diyerek atmasını ve ancak bu şekilde kendisini öldürebileceğini ifade eder. Kral, gencin söylediklerini yapar; ok çocuğun bağrına saplanır ve genç ölür. Olup bitenleri izleyen halk ise, biz bu çocuğun Rabbine inandık derler. Bunun üzerine kral, hendekler kazdırıp içlerini ateşle doldurtur ve inananları o hendeklere atıp yaktırır. 

Ashab-ı Uhdûd kıssası için bkz.: Müslim, zühd 73; Tirmizî, tefsîru sûre (85); Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/17.

ASHAB-I UHDUD HADİSESİNİN TAHLİLİ  

Filizler ve Şuleler
Değişik zamanlarda yapılan zulümleri Müminler affetseler de dine ve imana dokunanlarının affolunmayacaklarını Kur’an işaret ediyor. قُتِلَ “kutile” sözüyle o zalimler hakkında “kahroldular, kahrolsunlar, canları çıksın, lanete uğrasınlar” diyor. Müslümanlara komplolar kuranlar, işkenceler edenler, hapishane hapishane dolaştıranlar, ölmeden mezara koymaya uğraşanlar kahrolsunlar. Zaman geçmiş, asırlar değişmiştir ama küfrü temsil eden bütün mütekebbirler; bütün mağrurlar aynı hava içinde olmuşlardır. Değişen sadece işkence şekilleridir. Öncekiler ateşlere atmışlar, testere ile parçalamışlardır; sonrakiler de kendi karakterleri ve zamanlarının usulleri zaviyesinden çeşitli eza ve cefalar yapmışlardır/ yapmaktadırlar. Ne var ki, bütün zulümlere ve engellemelere, bütün iftira, işkence ve tezyife rağmen halis müminleri yollarından çevirememişlerdir ve çeviremeyeceklerdir. Mütekebbir zalimler vurdukça; yeni yeni filizler çıkmış, yeni yeni şuleler yanmıştır. İnşaallah, bundan böyle de hiç durmadan filizler yeşerecek ve şuleler parıldayacaktır.

Bu hadise, geçmiş bir dönemde yaşanmış geçmiş gibi görünse de, her asır için önemli mesajlar ihtiva etmektedir. Anlaşılan o ki, günümüzde olduğu gibi, o dönemde de  gençlere el uzatılmış, yeni bir toplum ve yeni bir nesle doğru ilk adım atılmıştır. Şu kadar var ki, o dönemde, şimdiye nisbeten bir kısım kerametlerin daha açık seçik olduğu anlaşılıyor. Benzer bir durum Hz. İsa için de söz konusu idi ki o da kendi ümmetinden âmâ olanların gözlerini açıyor, hasta olanları tedavi ediyor, hatta bir mânâda ölüleri de diriltiyordu. Tabi bütün bunlar birer ikram-ı ilâhî ve birer mucize idi. 

Bu itibarla da Ashab-ı Uhdûd, mütegallip, mütekebbir ve mütecebbir bir güruhun, mazlum ve mağdur kimselere reva gördükleri şenaetleri ifade eden bir tablodur. Bu, günümüzde de olabilir. Malına mülküne çökülenler, işinden gücünden ihraç edilenler, beş kişilik mekanda yirmi beş kişi kalmaya zorlananlar, hapishanelerde kendilerine yer hazırlananlar, elleri arkasından bir cani gibi kelepçelenenler binlercedir. Yakın dönem önce bu işin en önemli vasıtası trendi. Trenlere doldurulup Sibirya'ya sürülenler hala zihinlerden silinmedi. Trenlere doldurulup, ülkesinden gönderilenler, trenlerde abdest bozamayıp zehirlenip ölenler, trenlerde doğum yapan kadınlar unutulmadı. Trenlerin dağ başlarında durdurulup mazlumların kurşuna dizildikleri de unutulmadı daha. Zaten uhdûd da “had”den gelmektedir. Had, demir veya demirden yapılan yol manasına da gelmektedir. Belki şu günlerde bu "had" "Uhdud" demir parmaklıklar mıdır? Yoksa zihinlere konan manevi Demir parmaklıklar mıdır? Bilemiyoruz! 

Hizmet Metodu
Ashab-ı Uhdud hadisesinde günümüze bakan pek çok şey bulunmaktadır. Meselenin içinde bir kere ilmi bir keramet var ki bunu göz ardı etmemek gerekir. Hastaların iyileştirilmesi bu cinstendir, lakin irşad sistematiğini ve bundaki apaçık kerameti görmemiz gerekir. "Beni ancak Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla öldürebilirsin" sözü bu sistematiğin tezahürüdür. Bu olayın bütün halkın gözü önünde olması, halkın topyekün iman etmesine vesile olur. Hizmet metodundaki keramettir bu. Günümüzde de herşey ama herşey halkın gözü önünde olmuşken, halkın bu imanı görmüş olmasına rağmen, nesillerin elinden tutulduğunu bilmesine rağmen eza be cefaya kimsenin sesi çıkmamaktadır. Mazlumlardan ise en ufak bir taşkınlık ve karşı koyma görülmemektedir. Kader kitabı yazılıyor, daha henüz kudret kalemi noktasını koymadı. 

Birileri, biryerlere toplanıyor. Ezaya, cefaya maruz kalınıyor. Erkek, kadın, çoluk-çocuk denmeden nezarethaneler ve cezaevleri aniden, irşadı kendisine şiar edinen insanlarla dolduruluyor. Bilemeyiz bu toplanma nelere vesile olacak. Allah Teala'nın buna müsade etmesi belki de bir irşad sistematiğidir, bilemeyiz. Bu insanlar dünyanın neresine giderse gitsin; yetmiş seksen sene dinsizlik cereyanına maruz kalmış bir yere gittiğinde bile, kısa zamanda etraflarında halkalar teşekkül ediyor, bir de bakıyorsunuz etrafına ses ve soluk oluyorlardı. Bu seste upuzun bir gelecek yankılanıyor. Endişeye mahal yok. Tarih akmaya devam ediyor... 

Metoddaki Keramet 
Bakıyorsunuz bu insanların mükemmel olmamasına rağmen çok azıcık gayretlerle dağlar büyüklüğünde işler olmuş. Meseleyi bu açıdan ele aldığımızda; bir de bakıyorsunuz ki bu işte ve metodunda bir keramet var. Mükemmel değiliz, hatalarımız çok ama bir keramet var.  

İmam Rabbânî ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri gibi zatlar böyle bir keramete mazhar olanlardan sadece iki kişidir. Allahın lütf-u keremiyle bugün bile, o iki zatın sesi-soluğu hâlâ maneviyat dünyamızda çınlıyor. Buna karşılık dünya kadar insan Arapça’yla birlikte diğer dinî ilimleri hallaç etmiş ama bakıyorsunuz onlar da yerlerinde sayıyor. Bunca sene mezun veren okullar, bunca sayıda irşad ve tebliğcisi olan kurumlar bir tesir icra edemiyor. Bir zamanlar meşhur bir sosyolog on yıl demişti, on yıl. "Eğer camilerde gereği gibi irşad ve tebliğ yapılsa Türkiye'nin on yıl sonra hiçbir problemi kalmaz," diyordu. Tek şart var: sözü muhatabının mantığına göre söyleyecek. 

Hz. İsa'nın hastaları iyileştirmesinden ziyade; insanların kalp kapılarını açan sözleri daha önemlidir. Günümüzde de bir insanın, bir kısım hastalıklardan kurtulmasından ise böyle birinin kalb kapılarının açılması daha önemli olsa gerektir. Birilerinin çıkıp, ruhunun ilhamlarıyla tamamen maddeye kilitlenmiş bir topluluğu irşat etmesi daha önemlidir. Asıl keramet bu olsa gerektir. Aynı şekilde Efendimiz’in de en büyük mucizesi, parmaklarından suyun akması, her şeyin kendisine selâm vermesi değildir. Zira bütün bu mucizeler olmadan önce de birçok insan fevc fevc İslâm’a girmiş ve O’nu dinlemişlerdi. O’nun en büyük mucizesi, ses ve soluğunun insanların sinelerinde yer bulması ve ölü kalblerin onun sohbetiyle dirilmesidir.

Din adamı rahibin yanında yetişen bu gencin durumu; bizler için bir çok hikmet içermektedir. Çocuk denecek yaşta bu insanların gittiği her yerde ses ve soluk olması, kalplerde yer bulması gözden kaçmamalıdır. Sohbeti Canan etrafında toplanan insanlarda önemli değişiklikler oluyordu. Bu çok önemli bir keramettir. Her gece binlerce mecliste bir araya gelmelere mani olunması, bakalım nasıl bir sonuç meydana getirecek. 
Hz. Musa'nın Metodu
Ashab-ı Uhdud hadisesinde insanların top yekün müslüman olması, Hz. Musa’nın, Firavun karşısındaki tebliğ ve irşadında takip ettiği metot arasında bir benzerlik de söz konusudur. Hz. Musa; Firavun'la sözleşirken, bütün halkın toplanacağı bir meydanı, vakit olarak da kuşluk vaktini seçer. Bu zaman ve mekan seçimi çok önemlidirler. 

Hz. Musa, Cenâb-ı Hakk’a mutlak manada güvenip dayanıyor. Elindeki âsâsının Allah'ın  güç ve kuvvetiyle bir yılan haline geldiğini, sihirbazların bütün oyunlarını bozduğunu, bozacağını mutlak manada biliyordu. Bunu göstermek için, Firavun ve onunla beraber olan birkaç insanla yetinmemişti. Ve bütün halkın toplanabileceği ve ortaya çıkarmak istediği hakikatleri, herkese duyurabileceği bir ortamın hazırlanmasını istiyordu, Hz. Musa ü; Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vermiş olduğu önemli bir krediyi niçin sadece Firavun ve üç beş insana karşı kullansındı ki..! O bu önemli işi, öyle bir yerde yapmalıydı ki, bütün sihirbazlar nakavt olup pes etmeliydiler ve aynı zamanda ma’şerî vicdan da buna şahit olmalıydı... Bu çok önemli bir taktikti ve bir peygamber fetanetinin gereğiydi. 

Biz bilemiyoruz inanaların belli yerlerde toplanmasının ne hikmeti var.  "Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.” Şu an memlekette olan hadiseler, bittiğinde; ma'şeri vicdanlarda nasıl bir karşılık bulacak çok merak ediyorum. 

Zaman Seçimi
Hz. Musa’nın, insanların toplanma zamanı olarak bayram günü; kuşluk vaktini seçmesi çok önemliydi. Yani etraftan sihirbazların geldiğini ve bir düello yapılacağını duyan herkes oraya, uykusunu almış, dinlenmiş olarak geliyorlardı. Muhtemel Firavun, Hz. Musa'yı dinlemeyecek ve O'na karşı bazı taşkınlıklar, hukuksuz, adaletsiz davranışlar sergileyecekti. Bir strateji gereği Hz. Musa bir Bayram gününün seher vaktini seçmişti. Hz. Mûsâ: “Karşılaşma zamanı, bayram günü olsun, halk sabahleyin toplansın.” dedi. Taha, 59 Ve bütün sihirbazların ilzamı, müslüman olmalarını netice vermişti. Bu hadise, geniş çapta bir fethe sebep olacak ve bir yâd-ı cemil olarak kalacaktı.

Gerçek Aydınlar
Hz. Musa döneminin sihirbazları, o dönemin entel diyebileceğimiz aydın kesimini teşkil ediyorlardı. Dolayısıyla Hz. Musa, kendi döneminin elit sınıfını yenmekle işe başlıyordu ki, bu elit kesiminin takipçileri pek çoktu. Ülkede o kadar çok sihirbaz bardı ki sayıları on beş bini buluyordu. Etki alanları pek fazla idi. Onlar doğru yolu bulurlarsa; gerisi gelecekti. Bu tıpkı Allah Resûlü Efendimiz'in şairleri yenmesi gibi bir durumdu. Sihirbazlarla beraber halk ta bayram kutlamalarına davet ediliyordu. Hünerini istersen önce sen göster dediler, Hz. Musa'ya. 
“Hayır, siz ortaya koyun!” dedi. Bir de ne görsün: onların sihirleri sayesinde, ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten hareket ediyormuş gibi geldi. Taha, 66  

Önce sihirbazlar ne hünerleri varsa gösterdiler. Hz. Musa içinde bir endişe duydu. Bu fıtri bir endişedir. Kalabalık bir grubun hünerleri karşısında, yaptıkları zayıf düşürme ameliyesi karşısında endişe duyulur. Bu, bugün de böyle cereyan etmektedir. Endişeye mahal yoktur. "Endişe etme! Dedik. Zira sen galip geleceksin!" Taha, 68 
Elindeki âsâ, bir mucize ifadesi olarak kocaman bir ejderha halini alıyor ve sihirbazların büyülü ip ve sopalarını bir anda yutuveriyor. Bunun üzerine de bütün sihirbazlar, kendilerini secdeye atıp, اٰمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسٰى “Biz Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik.” diyorlardı. Taha, 70 Sihirbazlar, elit ve aydınlar; bu şekilde secde edince bayram yerine toplanmış halktan insanlar da bir seçim yapma durumunda kaldılar. Seçimini yapan yaptı. Bazılarının kalbinde ise; en azından bir tereddüt ve şüphe kapısı aralandı. Hz. Musa da, ise rahatlıkla seçimini yapan; daha önceki durumunu tereddüt ve şüphe ile sorgulamaya başlayan; o kalbleri eline almış oldu. Artık o kalpleri oyun hamuru gibi yoğuruyor ve şekillendiriyordu. Çünkü artık küfrün beli kırılmıştı.

Memleketimizin içine düştüğü şu günlerlerde de böyle hadiselerin olması umulur, lakin herşeyin mutlak sahibi Allah'tır. Aydınlardan vicdan sahibi olanlarının, nasiyesi temiz olanların, olan biteni görmesini sağlayacak gelişmeler olursa şaşırmayın! Tarih tekerrür eder.  

Değerini Bulmak
Ashab-ı Uhdud kıssanın kahramanı o din adamının yanında yetişen gençte bir peygamber mantığı seziliyor; ihtimal o da nübüvvete ait bir hakikati temsil ediyordu. Allah da onu bütün şer şebekelerinin eşrarına karşı koruyordu. Kralın kendisini teslim ettiği adamların kimisi dağdan aşağı düşüp ölüyor, kimisi de denizde boğulup gidiyordu. 

Bütün bunlar Cenâb-ı Allah'ın koruması sayesinde oluyordu. Ne yapıp edip onu öldürmeyi düşünüyorlardı, ama nafile. Rabbim, fırsat vermiyordu. Gencin toplum içinde uyarmış olduğu teveccühten dolayı bir kerede tepesine binip öldüremiyorlardı. O genç onlara çok hizmet etmiş; hastalarını iyileştirmiş, dertlerine deva olmuştu. Bu gencin temsili, şu an tezyif edilip zindanlara tıkılanların temsili gibidir. Bu topluluktan kimse zarar görmemiş, bilakis herkes iyilik görmüştür. Belki de, genci bir mânâda fitneden ötürü hemen tepesine binip öldüremiyorlardı. Belki de onu öldürmenin bir kısım sosyal komplikasyonlar doğurabileceği endişesi de taşınıyorlardı. Bu mevzuda açık bir şey olmamakla birlikte, bütün bunları satır aralarından okuyabilmek mümkündür. 

O genç, ölüme giderken bile; Hz. Musa’nın yaptığı gibi, halkı meydanlara, hendeklere topluyordu. Halkı meydanlara topladıktan sonra beni bir dala asacak ve sadağından çektiğin bir oku "Bu Çocuğun Rabbi olan Allah'ın adıyla" deyip atacaksın, diyor. Ve o genç şehit olup gidiyor; şehit olup gidiyor ama değerini bularak gidiyor. Geride bıraktığı bu muazzam ses, arkadakilerine yetip de artıyor bile. Bütün sebebler sükut edip, madde temelinden sarsılıyor ve Allah’ın varlığı bütün vicdanlarda duyuluyor. El hak yakın zamanda; böyle muazzam seslerin değerini bulacağı kanaati taşıyoruz. 

Ukba var da, Dünya da var 
Tabi ki hiçbir şey yerde kalmaz. Lakin büyük bir karşılık bekleyerek mümkün mertebe zamansız bu türlü ferdî kahramanlıklardan sakınılması gerekmektedir. Şu an insanımızın içine düştüğü durum çok önemli bir kredidir. Zayıf düşürülen güçlüdür. Allah’ın bize vermiş olduğu krediyi çok iyi kullanılmalıyız. Herhangi bir işten bazen iki, bazen üç netice alınabiliyorsa, onu daha verimli şekilde değerlendirip daha fazlası alınmalıdır. Meselâ, Allah azze ve celle bizim bir hasenemize bazen on, bazen yetmiş bazen yediyüz sevap vereceğini bildiriyor ve bununla bize aynı zamanda bir hedef gösteriyor. Yani siz de, toprağın bağrına attığınız her şeyi, yerinde yedi yüz olarak nemalandırabilirsiniz demek istiyor. Mekke'de her hasenenin karşılığı en az yüz bindir. Belki yüz bin, belki yüz binler... Yüzlerce gönülde makes bulacak bir karşılık umuyoruz Rabbi rahimimizden. 

Madem her işte bir hikmet var, o halde meseleyi sadece ukbâ buuduyla ele almayalım. Bunun dünyamıza ait yanlarının da olabileceğini düşünelim.  Kur’ân ve Sünnet’in bu şekildeki işaret ve remizleri birer tükenmez hazinedir ve mutlaka çok iyi değerlendirilmelidir. Şer gördüğünüzde hayır, hayır gördüğünüzde ise şer vardır. 

Şehitlikten daha Önemlisi! 
Şehitlik gününüzde çok nazara veriliyor. Doğru “şehit olma” düşüncesi, çok önemli bir mülâhazadır. Lakin şehitliğin karşılığı birebirdir. Ferdî olarak cennete gidip firdevslere ulaşmak çok önemlidir. Ama bunların ötesinde “vatan, millet, din, iman için daha neler yapabiliriz?” deyip bunların yollarının araştırılması şehitlikten daha önemlidir. Bu mülâhazanın; şehitliğin önüne geçebilmesi, insanın kendi kadir kıymetini daha iyi bilmesiyle alâkalıdır. Herkes bu kıymeti bilemeye bilir. Şu koskoca kâinat, insan etrafında dantela gibi örülmüş ve sanki yapılan onca mesarif bütünüyle insan için yapılmış gibidir. Dolayısıyla insan kendi kadir kıymetini iyi bilmeli, ölürken dahi bir insan gibi ölmelidir. Evet müslüman, bir dalda sallandırılmaya götürülürken dahi, arkada kalanları düşünmelidir. Geride kalanların imanını düşünüp; bu gök kubbede hoş bir sadâ olup inlemelidir. 

Bediuzzaman Etkisi 
Bütün bu gelişmeler karşısında üstad kabul ettiğimiz Bediuzzaman'ın üzerimizdeki etkisi sanki bu ayetleri tefsir ediyor. 

“Bir tek gayem vardır. O da mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses İslâm âleminin iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve bütün Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu îmansız kitleye karşı mücâdele ediyo­rum. Bu mücâhedem ile inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faali­yetim budur. Beni bu faaliyetimden alıkoyanlar da, korkarım ki; bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücadele açan dindar kuvvetlerle elele vermek benim için mukaddes bir gayedir.” 14.Şua, s. 376.

Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, ima­nım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var. O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Ben cemiyetin iman selameti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası ne cehennem korkusu var. Cemiyetin yirmi beş milyon (Türkiye’nin o günkü nüfusu) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem. Orası bana zindan olur. Milletimin imanını selamette görürsem cehen­nemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” Tarihçe-i Hayat 

Bediüzzaman'ın; bu sözlerinin "Beni ancak Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla öldürebilirsin" diyen Ashab-ı Uhdud gencinin sözleri arasında ne fark var? 

Göklerin ve Yerlerin Allah'ın Elindedir
Bu ayetlerde, müminleri cezalandıranları tek bir şahıs değil, bir topluluk olduğu vurgusu da yapılmaktadır. Ve bu topluluk;  kendilerinden olan bu yananları karşıdan seyrediyorlar. Bunlar pasif seyirci de değiller, intikam alıyorlar. Bu seyredenlerin müdahale etmemeleri, şefkat duygularının gayrete gelmemesi, bel ki de oh olsun demeleri tarihin en trajik olayların birisidir. Büruc suresi Mekke'de nazil olmuştur. Mekke müşriklerin ilk Müslümanlara yaptıkları işkence ve zulümlere atıfta bulunuyor. Ardından tüm zamanların vicdanlar üzerinde baskı kurmanın ağır suç olduğunu işaret etmektedir. Baskıcılar öyle yapıyorlar ama; Allah göklerin ve yerin mülkünün kendi elinde olduğunu söylüyor. Ona samimiyetle iman edenlerin ahını yerde bırakmayaca, zamanı geldiğinde zalimlerden bunun hesabını soracaktır. 

إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ ۚ ذَٰلِكَ الْفَوْزُ الْكَبِيرُ

10. Mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkence edip de, sonra tövbe etmeyenler var ya, İşte onlara cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlaradır. 
11. İman edip makbul ve güzel işler yapanlara ise, içinden ırmaklar akan cennetler var. İşte en büyük başarı, en büyük mutluluk budur! 

Kadınlar, Şefkat Kahramanı Kadınlarımız 
Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlara reva görülen işkencenin فَتَنُوا (fetunu) fiili ile ifade edilmesi çok manidar. Fitne: som altını curufatından ayırma işlemine denmektedir. Bu şu manaya gelir. Mü'minler, ateşe atılsalar bile eğer dayanacak olurlarsa, ateşten som altın olarak ortaya çıkacaklardır. 

Bu ayetlerde mü'min erkekler ve mü'min kadınlar ayrı ayrı zikredilmektedir. Bu ayrı ayrı zikrin de bir sebebi vardır. Kadınlar narindir, işkenceye, zulme dayanamazlar. Çoğunlukla işkencelerin dışında kalmalarına rağmen; ayette kadınların bile işkenceye uğrayabilecekleri nazara veriliyor. 

Müslümanların ülkemizde çektikleri sıkıntıları göz önüne aldığımızda; 1926'dan beri eziyetler, işkenceler çekildiğine şahit oluyoruz. Atıf hocalar, Akif'ler, Said'ler, irtica ile, gericilik ile dincilik ile daha bilmem ne ile hep örselenmiş; itilip kakılmış, idam edilmiş ama kadınlara hiç dokunulmamıştır. Seksenli yıllarda, doksanı yıllarda işin şekli çok değişmiş; kadınların baş örtüleri başlarından çekilmiş, saçları peruk mu? acaba denerek çekelenmiş; ama daha ileri gidilerek asla eziyet ve işkenceye dönüşmemiştir. Eşlerininin yerine tutuklanmalar, cezaevlerine konmalar, zindana atılmalar görülmemiştir. Hamile yada emzikli bebekleri ile kadınlar tutuklanmamışlar, doğumun hemen akabinde hiç bir kadının koluna kelepçe takılmamıştır. Emzikli çocuklar anasından ayrılmamıştır. Tarih boyunca hiç bir kadın, elleri arkadan kelepçelenerek tezyif ve tahkir edilmemişlerdir. 

İşte bu ayet kadınların da tıpkı erkekler gibi fitne vesilesi ile eza cefa göreceğine işaret etmektedir. Uhud'da Ebu Dücane Hind'in çadırına kadar elinde kılıçla ulaşmış; savaş ortamında bile kadınlara dokunmamıştır. Kerbela hadisesinde bile ehli beyt kadınları alınıp satılmış ama bu nazenin varlıklar elleri arkadan kelepçelenmemiştir. Haccac Mekke'yi istila edip, Kabe'yi yıkmış, Abdullah b. Zübeyr'i öldürmüş; lakin anası Esma'ya dokunmamıştır. Haccac: "Gördün mü oğluna ne yaptım" deyince "Sen onun dünyasını kirlettin, o da senin ahiretini kirletti" cevabını almıştır. Fakat gözü Kabe'yi yıkacak kadar dönmüşler bile nazende kadınlara dokunmamış ellerini arkadan kelepçelememiştir. Haçlılar bile kadınlara bu tür işkenceler yapmamışlardı. 

Sabret Anneciğim Sabret! 
Kadın; ilk olarak benim annemdir. Sabret! Aknneciğim, sabret! 

Ashab-ı Uhdud, inananları ateş dolu hendeklere atıp cayır cayır yakarken, biri kucağında, ikisi de eteklerinden tutmuş üç çocuklu bir kadını getirilir. Dininden dönmezse çocuklarıyla beraber ateşe atılacağı söylenir. Kahraman kadın imanı uğruna çocuklarıyla birlikte ölümü çoktan göze almıştır; işkencelere rağmen dinini terketmez. Bunun üzerine önce büyük çocuğu, sonra diğeri gözlerinin önünde ateşe atılır. Yüreği parçalanan anne, gözyaşı yerine yanaklarından kan akıtır ama ilahi rızayı kazanmak uğruna sabreder. Sıra kendisine geldiğinde bir an tereddüt yaşar; çünkü kucağındaki masum yavrusunu düşünür. Annenin halinde imandan gelen bir vakar, metanet ve sükunet vardır; fakat içinden kopan feryad, Arş-ı A’layı titretir. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk kundaktaki bebeği konuşturur; “Sabret Anneciğim Sabret!”  Dininde sebat göster ve bırak kendini ateşe. Çünkü sen Hakk üzerinesin, Allah seninle beraber. “Atla anne, sen haklısın onlar haksızdır.” der çocuk. 

Ne Büyük Saadet! 
Müminlere işkence edenler, eğer tövbe etmezlerse cehennem ateşine reva görüleceklerdir. Nasıl Ashab-ı Uhdud Müslümanlara ateşle işkence yapmışlarsa zulmedenler de ateşlere atılacaklardır. Ateşe atılanlar, saflaşıp kurtulacaklar, atanlar ise sırf inanıp, Allah yolunda faaliyet gösteriyor diye ateşe atıldığından, cehennemden kurtuluşları yoktur. Tövbe ederlerse müstesna. Eğer inananlar, bu işkence fitnesinden çıkabilirlerse; ödülleri cennettir. Davalarından vaz geçmeden salih amellere de devam ederlerse, altından ırmaklar akan cennetler onları bekliyor. Ne büyük saadet! 

Cennet ve Cehennem 
10. Ve 11. ayetleri birbiri ile mukayese ettiğiniz Zaman şunu görüyoruz. Önce cehennemliklerin durumu bildiriliyor. فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ "Onlar için bundan dolayı muhakkak cehennem azabı vardır." Bu, küfürlerinin, inkar etmelerinin karşılığıdır.  وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ "Onlara yangın azabı; yakıcı cehennem azabı vardır." Bu da gittikçe yayılması itibari ile bir yangına benzeyen fitnelerinden dolayı kendilerini saracak olan diğer bir ateş azabıdır. Cümle bağlamında birinci azab ف ile, ikinci azab ise و ile bağlanmıştır. İlk azap hızlıca gelecektir. Sonraki ise yangın gibi yavaş yavaş büyüyerek, artarak gelecektir. Malum yangın gibi fitne de yavaş yavaş büyür. 

 11. ayette müminlere vaad edilen cennette ise ف ve و gibi hiçbir bağlaç kullanılmamıştır. Cennet doğrudan gelecektir.   لَهُمْ جَنَّاتٌ "Onlar için cennet vardır." Cennet , cehennem gibi hemen yakın değildir. Yavaş yavaş da ulaşılacak bir yer değildir. Çok, ama çok büyük süprizlere gebedir. "Cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değildir." 

Peki ya! Müminlere zulmedenler; bu zulümlerini devam ettirirlerse! 

إِنَّ بَطْشَ رَبِّكَ لَشَدِيدٌ
إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ
وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ
ذُو الْعَرْشِ الْمَجِيدُ
فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ


12. Senin Rabbinin darbesi çok müthiştir. 
13. O ilkin yaratır, sonra öldürüp tekrar diriltir. 
14. O çok bağışlayandır, O çok sevendir. 
15. O Arş sahibidir, şanı pek yücedir. 
16. Dilediği her şeyi yapar.  

Allah'ın Darbesi Çetindir! 
Bu ayetlerde eğer zalimler zulmüne devam ederlerse başlarına geleceklerin apaçık tehdidi var. بَطْشَ (Batş) darbe indirme, ansızın yakalama, kuvvetli bir yakalama gibi manalara gelir. Eninde sonun da müstahak oldukları cezaya çarptırılacaklardır. Allah'ın darbesi, yakalaması öylesine zorlu olacaktır ki; bundan kurtuluş mümkün olmayacaktır. Bu yakalama bazen dünyada bazen de ahirette olacaktır. 

Dünya imtihan yeridir. Hepimiz imtihandayız, ya ahlaki kemali bulacağız ya kendimizi. Kendimizi mülkümüzde vehmedip zevali bulacağız. Eninde sonunda hesap vereceğiz. Zulm edenin hemen cezaya çarptırılmaması, süre tanınması bir çok hikmete mebnidir. Allah onları tolere eder ama görmezlikten gelip ihmal etmez. Herşeyin anlamlı bir çok sebebi vardır. 

Allah dilerse hatasını anlayıp doğru yola döneni affeder. Af dileyeni de sever. Arşın sahibidir, varlık aleminin mutlak hükümranıdır. Şerefi yüksektir, istediğini şereflendirip yüceltir. Bunun için vesileler yaratır. Kin tutmaz, hatasının farkına varanı affeder. Kimse ona bir şey empoze edemez, kimsenin tesiri altına girmez, iradesini baskı altına alamaz. O istediğini yapacak güç ve kudrettedir, dilediğini yapar. 

هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ الْجُنُودِ
فِرْعَوْنَ وَثَمُودَ
بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي تَكْذِيبٍ
وَاللَّهُ مِنْ وَرَائِهِمْ مُحِيطٌ

17. O orduların haberi sana geldi mi? 
18. Firavun ve Semûd ordularının başlarına gelenleri mutlaka öğrenmişsindir. 
19. Fakat dini inkar edenler yine de dini yalan saymaya devam ediyorlar. 20. Ama ne yaparlarsa yapsınlar,Allah'ın hükmünden kaçamazlar. Allah ise onları, arkalarından sarıp kuşatmıştır.

Semud Kavmi 
Semud kavminin de başına gelenler ibret levhasıdır.  Semud suyu az olan yer manasına gelen bir isimdir. Salih Peygamber'in kavmidir ki, ikinci Ad kavmi olarak bilinir. Kayaları oyup, övündükleri harika zannettikleri evler yapmışlardı. Bu becerileri gurur ve kibire dönüşmüş, yoldan çıkmışlardır.  Hz. Salih onları makul olmaya çağırmış ama iman etmemişlerdir. Mucize istemişler, mucize karşısında da iman etmemişlerdir. Semud kavmi Peygamber'lerini alaya alıyorlar, kibirlenip azarak nefislerine tabi oluyorlardı. Mucize devenin öldürülmesine göz yummuşlar, hayır sahiplerine de zulmediyorlardı. Sahip oldukları dünya malları onları aldatmıştı. Nübüvvet ağacının yanında duranlara kötülük yapan; çetelerle işbirliği yapmışlardı. Sayıları ordular kadar çoğunlukta idi. Alusi  tefsirinde "beşbin ev halkı civarındaydılar" diyor. 

Oraya Girmeyin, Suyundan İçmeyin!
Önce yüzleri safran sarısına döndü. Ertesi gün yüzleri kızardı. Sonraki güne ise yüzleri kararmış olarak çıktılar. Gökten inen yıldırımlar, aniden; övünerek inşa ettikleri şehirlerini yok etmeye yetmişti. Kurtulanları ise nerden geldiği belli olmayan bir sayha, ses dalgası yakaladı. Sağa sola kaçışmaya başlayınca da yer sarsılmaya başladı. Kulaklarındaki sesin etkisi ile yere çöken inkarcıları yer; sarsıntı ile yutuyordu. Kulaklarını tutanlar helak oluyor diğerleri kurtuluyordu. Ebu Riğal Mekke hareminde olduğu için kurtuluyor, geri kalan inkarcıların hepsi helak olup gidiyorlardı. Tebuk seferine giderken, Semud kavminin helak olduğu toprakların yanından geçiliyor. Efendimiz: "Eğer ağlayamayacaksanız, oraya girmeyin, suyundan içmeyin! Yoksa onlara gelen; size de gelir." Buyurarak ashabını uyarıyordu. Etkileri hala devam ediyordu. Kıyamete kadar da devam edecektir. 

Sabrın Mükafatı 
"Horlanan, ezilen milleti, bereketlerle donattığımız o ülkenin doğularına ve batılarına, tamamına vâris kıldık. Böylece sabretmelerine mükâfat olarak İsrail oğullarına, Rabbinizin yaptığı, o güzel vaad tamamen gerçekleşti. Firavun ile kavminin yaptıkları binaları ve yetiştirdikleri bahçeleri ise imha ettik." Araf, 137 

Firavun ve ordularının başına gelen ise daha meşhurdur. Firavun ordusu ile beraber girdiği; Hz. Musa'nın asası ile açtığı yolda Kızıldeniz'de boğulmuştu. Musa'nın Rabb'ine iman ettim dese de, bu iman geçersiz sayıldı. Literatüre "Firavun İmanı" olarak, geçti. 

Zihinlerde Blokaj Oluşturma
Firavun ve Semud kavminin kavminin kalabalık taraftarlarının haberi bize geldi. Tarihte hükmünü icra eden yasalar vardır. Azan toplumlar hangi güce sahip olurlarsa olsunlar, birgün yerle bir olup tarihten silinirler. بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي تَكْذِيبٍ  inkar edenler bir yalanlama içindedir. Bu yalanlama kesintisiz kıyamete kadar devam edecektir. Bu yalanlama; Allah, Peygamber ve ahireti yalanlama şeklinde devam edecektir. İnkarcılar, yalanları ile halkı da kendilerine bağlı ve bağımlı yapıp, zihinlerde blokaj oluştururlar. Yalan üzerine sistem kuran; Nemrut'lar, Firavun'lar, Naziler ve totaliter kominist gibi liderler, sistemlerini yalan üzerine kurmuşlardır. Hitler, propaganda mekanizmasının ürettiği yalanlarla, maharetle yürüttüğü algı operasyonları ile kitleleri peşinden sürüklerken, yalanı bir yöntem olarak kullanmıştı. 

Slogan Geliştirme 
Aynı gaye etrafında toplanmış büyük halk kitlelerinin anlayışı çok sınırlıdır. Kitlelerin zekaları zayıftır lakin, unutma güçleri muazzamdır. Bu üç gerçeğin sonucu olarak her türlü etkili propagandayı yapabilirsiniz. Yeter ki kitleyi bir kaç noktaya odaklayın. Bu odak noktalarını ise sloganlar halinde verin. Sloganlar geliştirin... Herhalde aklınıza bir iki slogan gelmiştir . Okumayı bırakıp bilginizi zorlayıp, etrafınızda gelişen sloganları tekrarlayın... Böylece halk kitlesinin en küçük ferdi bile kendisinden sizin ne istediğinizi anlar. Bu sloganı feda eder; meselenizi çok yönlü olarak izaha kalkarsanız etkiniz silinir gider. Çünkü halk kitleleri verdiğiniz bilgileri hazmedemez ve hatırda tutamaz. Bu şekilde davranırsanız, sonuca varamazsınız ve etkiniz nihayet tamamıyla ortadan kalkar. 

Propaganda Gücü 
Kurnazca ve devamlı propaganda ile, insanlara; cennetin cehennem, cehennemin cennet olduğuna inandırmanız mümkündür. Propagandanın etkili olabilmesi için, en düşük zekaya göre ayarlanmış olması, heyecanlara hitap etmesi, düşünce ile hiçbir ilişkisinin bulunmaması gerekir. Zeka yok, heyecan var, düşünce yok! Propagandaya devam. Erişmek istediğiniz halk kitlesi ne kadar büyük ise bu kitlenin anlama seviyesi o kadar düşük olur. Yalanınız ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur. Küçük yalanlar kitlenizi bir şeye inandıramaya yetmez. Birkaç büyük yalan aklınıza hemen geldi değil mi? Okumayı bırakıp iftira niteliğindeki büyük yalanları hemen tekrarlayın! 

Yalanın Büyüklüğü
Kitlelerin ilkel basitliği içinde büyük bir yalan, küçük bir yalandan her zaman daha etkili olacaktır. Bunun sebebi şudur: kitleler, küçük işlerde daima yalan söyler, ama büyük yalan atmaktan utanırlar. Bunun içindir ki, büyük kitleler; bu büyük yalanlardan hiç şüpheye düşmezler. Bir insanın gerçeği bu kadar saptıracak kadar ileri gideceğine inanmazlar. İşin özü yalan ne kadar büyük olursa, kitlelerin buna inanma ihtimali daha büyük olur. 

Tek Düşman 
Kitlelerin etkilenmesinde kendine tek düşman belirleme metodu da her zaman etkilidir. Halka aynı anda birden fazla düşman göstermeniz, halkın kafasını karıştırır. Etrafınızda bulunan düşmanlardan hemen kurtulup teke indirin. Yakın zamanda öyle yapmadık mı? Dostlarımız bir anda düşman olmuştu. Yakın zamanda yeniden düşmanları güncelledik ve tek düşmana indirgemedik mi? Önceki ağzımızdan çıkanları da birbir yeme uğruna bunları yaptık. Şu an tek bir düşmanımız var, bunla oturup bunla kalkıyoruz. Çarşı pazar, cenaze, düğün, bayram hep bu tek düşmanı konuşmakla dolduruluyor. 

İnkarcıların yalanlamaları devamlıdır, fakat yalan ve yalanlamanın tesiri bir yere kadardır. Allah Teala yalanlarla kitlelerin zihnini ve bilincini uyuşturanların, beyinlere narkoz zerk edenleri, öyle bir darbe ile sarıp kuşatır ki; bu mucizekarane sarıp kuşatma karşısında şaşırıp kalırsınız. Allah inkarcıların arkasından, geniş açılı bir daire ile kuşatıyordu şaşırıp kalacaksınız! 

بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَجِيدٌ
فِي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ

21. Hayır, hayır! Kuran-ı Kerim şerefli, üstün bir kitaptır. 
22. O, Levh-i Mahfuzda olan pek şerefli bir Kur’ân’dır. 


Kur'ân beşer sözü değildir. Onda yazılı olanları insanlar yazmamıştır. Onda anlatılanlar Allah'tandır. O Levh-i Mahfuzda muhafaza edilmektedir. İnanıyorsanız işte Kuran ve söyledikleri buradadır. 

Herşeyin doğrusunu Allah bilir!